Hangi Tarih
  II.Dünya Savaşı ve Sonrasında Türkiye İçin Güvenlik Stratejisi
 

1-İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN NEDENLERİ

II.Dünya Savaşı yarattığı tahribatlarla ve getirdiği soru işaretleriyle en gizemli ve ilgi çekici olaylardan biridir. Hitler’in 1930’da söylediği “Bu insanlar benim gerçek kimliğimi hiçbir zaman öğrenmemelidirler. Benim nereden geldiğimi ve aile geçmişimi hiçbir zaman bilmemelidir.”[1] sözü bile bu açıklamayı doğrulamaktadır.

Aslı aranırsa dünya zaten çoktandır huzur­suzluk içindeydi. Hitler Ren bölgesine gözünü dikmişti. Uzak Doğu ne zamandır alev­ler içinde yanıyordu. Japonlar 1932’de Mançurya’yı işgal etmiş, bu yetmezmiş gibi 1937’de de Çin’e saldırmıştı. Böylece, Asya’nın bu uzak köşesinde milyonların katıldığı kanlı bir savaş sü­rüp gidiyordu. 1935’de Mussolini’nin İtalya’sı Ar­navutluk’u, sonra da doymaz bir iştahla Habe­şistan’ı yutmaya koyulmuştu. 1936’da İspanya’da başlayan iç savaş, kısa zamanda Batılılarla Mih­ver devletleri arasında bir kuvvet gösterisi ha­line dönmüş ve tehlike çanları Avrupa’da da çalmaya başlamıştı. Velhasıl huzursuzluk, bü­tün dünyada diz boyuna çıkmıştı.[2]

İkinci Dünya Savaşı’nın en büyük nedeni emperyalist devletler arasındaki, aslında ortadan kaldırılması olanaksız olan, çıkar çelişki­lerinin çözümlenememiş olmasıdır. Ne Birinci Dünya Savaşı, ne de savaşın sonunda yapılan anlaşmalar var olan çelişkileri çoğaltmaktan başka bir sonuç vermemişti. İkinci Dünya Savaşı’nın başlıca neden­lerini şu noktalarda toplayabiliriz:

a. Kapitalist devletler arasındaki çıkar çelişkileri

b. Savaş sanayinin gelişmesi ile savaşı hazırlayan sanayi sermayesi

c. Ekonomik ve sosyal yetersizlik içinde sosyal huzursuzlukla­rın artması

d. Alman ve Japon faşizminin dünya egemenliği iddiası[3]

 

1 Eylül 1939 sabahı Almanların Polonya’yı işgale başla­masıyla[4] ortaya çıkan savaşın nedenlerine biraz daha ayrıntılı biçimde göz atalım:

 

 

 

a.Kapitalist devletler arasındaki çıkar çelişkileri

Almanya 1929’dan özellikle de 1933’ten sonra daha çok savaş sanayinde olmak üzere ağır endüstrisini gereği gibi geliştirdi. Birin­ci Dünya Savaşı’ndan sonra geçirdiği bunalımları atlatmış, ekonomik olarak göreceli bir gelişme dönemine girmişti. Bu imparatorluğun kurulmasına engel olan iç çelişkileri, sosyalizm gelişimini ezmiş görü­nüyordu. Ama karşısındaki dış rakipler bütün güçleriyle vardılar ve dünyaya egemen bir durumda idiler. Nazizm, içerdeki komünizm ve sosyalizm hareketlerini boğmuş olmakla birlikte hoşnutsuzluğu, ko­yu yoksulluğu ortadan kaldırmış değildi, için için kaynayan muhale­fet hareketlerini ezmek dış dünyadaki pazar düşmanlarıyla hesaplaş­mak için savaştan başka çaresi kalmamıştı. Hitler, Versay Antlaşma­sı’nı yırttıktan sonra revizyonist iddialarla ortaya çıktı. Bu iddiaları kapitalist dünyaya barış yolu ile kabul ettiremeyeceğini biliyordu. Bu nedenle bütün sanayisini savaş araçları üretimine yöneltti. [5]

1. Dünya Savaşı biteli henüz yirmi yıl bile olmamıştı. Alman­ya’da düzenli ordu dağılmış, silah bulundurma sınırlandırılmış ve Almanya Versay Antlaşması’yla yüklü ve haksız bir savaş tazminatı ödemek zorunda bırakılmıştı.[6]

İtalya da aynı durumda idi. Faşist devrimi ile içerdeki sosyalizm akımlarını susturmakla, sosyal yoksulluğu ve huzursuzluğu gidere­memişti. İtalyan sanayi büyük bir bunalım içindeydi. 1914 savaşın­dan az ganimet aldığını ileri süren İtalya, büyük Roma İmparatorlu­ğu kurmak, Akdeniz’e ve güney Avrupa’ya egemen olmak savındaydı. Bu imparatorluk amaçları karşısında en büyük rakip İngiltere idi. Avrupa’da egemenlik kurmak için İngiltere’nin Akdeniz’deki ege­menliğine son vermek gerekliydi. Bu nedenle İtalya da anlaşmaların değiştirilmesi isteğiyle ortaya çıktı. Bu çelişkiler Avrupa’ya özgü de­ğildi. Japonya’nın Çin’i egemenlik altına almak için açtığı savaş, Anglo Amerikan sermayesini yıldıran bir tehlike idi. Almanya’nın Av­rupa, Güney Amerika, Afrika pazarlarında rakip olarak gözükmesi de İngiliz, Fransız, Amerikan çıkarlarını tehdit eden etkenlerden biriy­di. Bunu ortadan kaldırma olanağı yoktu. Dünya savaşından galip çı­kan devletler ellerindekini korumak zorundaydı. Japonya gibi sanayi rekabetine sonradan katılan devletler de saldırgan bir savaşla, yeni pa­zarlar ve kullanım alanı ele geçirmek isteğinde idiler.

İngiltere ve Fransa, kapitalist karakterleri dolayısıyla bu reviz­yonu özverilere katlanarak yapamazdı. Almanya ile İtalya gibi Japon­ya’yı tatmin için diğer ulusların bağımsızlığından özveriler yaparak savaşı uzaklaştırmaya çalıştılar. Ama revizyonist devletlerin gelişme alanları Sovyet Rusya, merkezi Avrupa ve Uzakdoğu ile sınırlı değil­di. İngiltere, Fransa, Amerika asıl önemli ticaret yollarına, hammad­de kaynaklarına egemen oldukça; aralarındaki çıkar çatışmalarının (Almanya, İngiltere, Amerikan rekabetinin) kontrolünü ortadan kaldırmadıkça Avrupa’da çelişkilerin çözümlenmesi mümkün değildi. Bu nedenle savaş, bu emperyalist gruplar arasındaki çıkar çatışmaların­dan bir daha doğdu.[7] Hepsi bir yana Almanlar I.Dünya Savaşı’nda yenildiklerini düşünmüyorlardı.[8]

 

b. Savaş sanayinin gelişmesi ile savaşı hazırlayan sanayi sermayesi

Savaşın ikinci nedeni de silah sanayinin büyük gelişmesi sonu­cunda ürünlerini sürmekte güçlük çeken şirketlerin, beklediği büyük karlardır. Savaş hazırlıkları arttığı sürece, silah üreten sanayicinin karları da artmıştır.

Yedi büyük İngiliz savaş gereçleri firmasının hissedarları 1931’de 23 milyon sterlin, yani %2 kar sağlamışlardı. 1939 savaşı için kabul edilen bütçenin bu karı ne kadar yükselteceği tahmin edilebilir. İngi­liz resmi belgesi, “Beyaz Kitap”a göre değişik tip savaş gemileri üre­ten, “Torth and John”, “Waven Hunter” “Sairfield”, “Yarrow”, “Hadfield” gibi ortaklıklar, yeni silahlanma projelerinden ötürü, eski kar­larına büyük ekler yapmışlardır. Yeni siparişlerle sağladıkları kar, 5.5 milyar sterlini bulmuştur.

Almanya savaş hazırlıklarına başladıktan sonra bu silah firma­larının kazancı birkaç misli arttı. 1934’te Washington’da senato ko­mitesinin yaptığı incelemeye göre 1933’te Scoda (Çekoslovak), Schneider (Fransız) firmaları Hitler’in savaş planını kolaylaştırmak için Alman firmalarına büyük ölçüde savaş gereçleri satmışlardır. Bu inceleme, Amerika’daki Du Pont Şirketi’nin Almanya’ya sattığı uçak ve savaş gereçlerinin yalnız 1933’te sağladığı karın 1. Dünya Sava­şı’nda kazandığının 4 katı olduğunu göstermiştir. Sues Canal Şirke­ti, 120.000 İtalyan askerini kanaldan Habeşistan’a geçirmek için nor­mal olan fiyata ek olarak 90.000 sterlin kar almıştır. Savaştan önce ve sonra bu savaş gereçleri fabrikalarının sağladıkları kazançlar o ka­dar büyüktür ki, bunlar hükümetlerin politikaları üzerinde etken ola­rak savaşı yaklaştırır veya uzaklaştırırlar.

Almanya’nın savaşı hazırlamak için harcadığı para ve savaş ge­reçleri fabrikalarına sağladığı kazanç, Nazizm rejimi içinde gizli tu­tulduğu için bunların istatistiklerini şimdilik bulmak mümkün değil­dir. Ama Almanya’nın bu savaştaki hazırlığı görüldükten sonra bu ko­nuda tahminler yapılabilir. Goering “Bize tereyağı değil top gerekli” demekle bu hazırlığın önemini ifade etmişti.

Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi savaşların nedenlerini arar­ken bu büyük silah sanayinin savaşları hazırlamak ya da yüreklen­dirmekte oynadıkları büyük rolü belirtmek gereklidir. [9]

 

c. Ekonomik ve sosyal yetersizlik içinde sosyal huzursuzlukla­rın artması

1914 savaşının toplumların bünyesinde yol açtığı yıkıntıyı ona­rım için harcanan bütün emeklere karşın, 1929’a kadar kapitalist memleketlerde sanayi üretimi amaçlanandan düşük bir düzeyde kal­dı. 1914 savaşından önceki devreye ancak 1929’da varılabildi. 1929’dan sonra artmaya başlayan üretimde bir yükselme görüldü.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde 1929’dan başlayarak üretim genel­de artmakla beraber, Avrupa ekonomik bunalıma girmişti. Bunun da nedeni, tüketim maddeleri üretiminin azalmasıydı. Bu nedenle, fiyat­ların yükselmesi tüketimi daraltmış, ekonomiyi durgunluğa sürükle­mişti. Almanya’nın ağır sanayi üretimi, 1929 yılı 100 kabul edildiğin­de, 130.8 artmış, tüketim maddelerindeki artış ise %108.7’yi geçme­mişti. Bu artışta, Avusturya’nın ilhak edilmiş olmasının da payı vardı. 1925 ile 1937 arasında diğer sanayi ülkelerinde bir üretim artışı görülürken, Fransa’da böyle bir durum görülmüyordu. Fransız burju­vazisinin, “Halk Cephesinin (sosyalist-komünist birliği) gelişmesi ve ücretlerin artmasını önlemek için fabrikaları kapatması, üretimin artmasını engellemişti. Amerika’da ise 1936 ile 1937 arasında, yani bir yıl içinde, sana­yi üretimi %19 artmıştı. Bu artışta temel etken savaş sanayi idi. Tü­ketim maddeleri üretiminin azalması, Amerika ve diğer Batı devletle­rinin ticaretini etkilemiş, koruma önlemleri almalarını gerektirmişti. Bu üretim dengesizliği, fiyatların artmasına ve ekonomik bunalıma yol açmıştı. Aynı zamanda, kapitalist devletler, dışsatım mallarını sü­recek pazarlar ve gelişen sanayileri için hammadde kaynakları aramaya yönelmişlerdi. İtalya ve Almanya’nın 1937’de, İspanya’nın iç sa­vaşına karışmalarının nedeni buydu. Girişecekleri büyük savaşta ken­dilerine gerekli olan demir ve bakırı elde edeceklerini umuyorlardı.

1930’dan sonra, tüketim ve özellikle temel gereksinim maddele­ri üretiminin tüm üretime oranı hızla düşmüştü. Fransa’da ve Ameri­ka’da üretim arttığı halde, sosyal huzursuzluğun artmasının nedeni buydu. Kimi kapitalist ülkeler, bir yandan da kimi sanayilerindeki faz­la üretimlerini sürecek pazarlar arıyor, bu yönde birbirleriyle yarışma­ya giriyorlardı. Böylece aralarındaki yarışma da artıyordu. Savaş sa­nayi, genelde ağır sanayinin dışında üretimin azalması, tüketim mal­larının fiyatlarını hızla yükseltiyor, ücretler artmadığı sürece, halkın alım gücü azalıyordu, iç pazardaki bu durgunluk, bazı dallarda sana­yi üretiminin azalmasına, fabrikaların kapasitelerini düşürmelerine, kapanmalarına yol açınca, işsizlik baş gösterdi. Bu durum, işverenlerle işçi ve işsizler arasındaki çelişkiyi arttırdı. Bundan sonra grevler, işçi gösterileri, açlık yürüyüşleri bu ülkelerin günlük olayları durumuna gel­di. Alınan birtakım önlemler, sosyal sigorta gibi reformlar etkili olma­dı. Büyük kapitalist ülkelerde, işçilerle işverenler arasındaki çatışma aşırı safhaya ulaşmıştı. Bunlardan bazıları iç ve dış çelişkileri önlemek için faşizme yöneldiler. Diğer bazıları ise (İngiltere, Amerika gibi) sa­vaşı kendilerinden uzaklaştırmak, bir Alman-Sovyet savaşma dönüştürmek, savaş sanayi ürünlerini bu iki devlete satmak yoluyla kendi iç bunalımlarını çözmek umuduna kapıldılar.

Dünyadaki gelişimi yalnız liberal ekonomi gözüyle gören sana­yiciler ve devlet adamları sosyalizmi boğmak ve alanları kendilerine açık bırakmak için savaşı zorunlu görüyor, yalnız savaşı İngiltere’den uzaklaştırmakla bu amaçlarına varacaklarım sanıyorlardı.

Açıkladığımız gibi, kapitalist devletler arasındaki çıkar çatışma­ları savaş sanayicileriyle savaşı hazırlayan sanayi sermayesinin, tica­ret sermayesinin birleşmesi, ekonomik ve sosyal huzursuzlukları laf­la olsun bastırmak isteği, bu devletleri 1914’te olduğu gibi dünyayı yeniden paylaşım ya da ellerindekini korumak için savaşa sürükledi. [10]

 

d. Alman ve Japon faşizminin dünya egemenliği iddiası

İtalya ve Almanya’da Faşizm ve Nazizm bir komünist devrimine en­gel olmak savıyla ortaya çıkmış, ama geçirdikleri gelişme sürecinde iç ve dış çatışmalardan hiçbirini çözememişlerdi. Almanya’nın her gün ar­tan üretimi, hammadde kaynaklarından yoksunluğu, kapitalizm temeline dayanan sistemi içinde gelişme olanağı bulamıyordu. Almanya’nın komünizme karşı açtığı savaşın amacı, içerdeki sosyalist ve komü­nist hareketlerini boğmak, Doğu’dan Ukrayna gibi önemli ekonomik de­ğeri olan ülkeleri almak, Avrupa kıtasında ve Afrika’da ekonomik ege­menliğini artırmaktı. Ama Sovyet rejimini benimsemiş 200.000.000’luk bir kitleyi yeniden kullanım altına sokmak güç bir işti. Almanya’nın Sovyetlere karşı bir savaş açabilmesi için diğer devletlerle olan çatışmala­rını çözümlemesi gerekliydi. İngiltere’yi, Fransa’yı yendikten sonra Sovyetler konusunu çözümlemeyi daha kolay bulan Almanya, önce İn­giliz ve Fransız rakiplerini ortadan kaldırmayı ve bu suretle dünya ege­menliğini değilse bile Avrupa kıtasına hakim olmayı tasarlıyordu. Böy­lece 1914 savaşının ve barış antlaşmalarının çözümleyemediği bu sa­vaş nedenleri bütün dünyayı 1939 savaşına sürükledi.

Kapitalizmin çatışmaları içinde dünyanın birkaç emperyalist devlet arasında paylaşımı, dünyanın büyük bir bölümünün birkaç devle­tin tekeli altına girmesi, sanayi devletlerinin birbirleriyle savaşı bu sistemin kaçınılmaz bir sonucudur. Şimdiye kadar olan tarihsel dene­yimler bu çelişkilerin savaşsız çözümlenemediğini göstermiştir. Bu­nun içindir ki, 1939 savaşı da faşist devletler için dünyayı yeniden pay­laşım savaşı, İngiltere ve Amerika için ellerindekini koruma ve nü­fuz alanlarına sahip olmak savaşıdır. Savaşa sürüklenen Sovyet Rus­ya için de bir savunma savaşıdır.[11]

2-SAVAŞ SONRASI AVRUPA

1945’ten sonra Avrupa’da, 1918 sonra­sından daha sarsıntısız bir derlenip toparlanma hareketi görüldü. Bunun başlıca nedeni, savaştan çıkan tüm devletlerin normal koşullara kendiliğinden dönüşün, artık söz konusu olamayacağını anlamış olmalarıydı. Bunun bir so­nucu olarak, iki dünya savaşı sırasında ve 1930’ların dep­resyonuna karşı toplumsal ve ekonomik işleri yürütme yo­lunda geliştirilen yöntemler, savaş sonrası Avrupa’sının yeniden kurulmasında kullanıldı. 1949 yılından başlayarak ekonominin eski canlılığını kazandığı görüldü. Savaşın yol açtığı tüm hasar, şaşılacak kadar kısa bir süre içinde onarıldı.

Avrupa savaştan önceki herhangi bir dönemde görülmeyen bir verimliliğe ve refaha ulaşma yolunda ilerledi ve bunu, hemen hemen tüm denizaşırı kolonilerini yitirmesine karşın başardı. Savaşların öncülük ettiği yeni toplumsal-ekonomik yöntemlerin barış çağında kullanılmasının bundan daha şaşırtıcı bir örneği düşünülemez.[12]

 

 

 

 

3-SAVAŞ SONRASINDAKİ ÇIKAN GÜVENLİK DENGELERİ

1945’te, savaşın sonunda, Kıta Avrupa’sı tam anlamıyla yakılıp yıkılmıştı. Fransa ve İtalya, uluslararası olaylarda öncelikli konum­larından uzaklaşmışlardı. İngiltere, gücünün büyük bölümünü yitir­mişti. Savaşın ağır yükünü çeken Sovyetler Birliği, Doğu Avru­pa’ya ve Orta Avrupa’nın önemli bir bölümüne egemen olmuştu. Sofya’dan Berlin’e, Bükreş’ten Varşova’ya kadar Sovyet askerleri görev başındaydı. Stalin kudretinin doruğundaydı. Daha önemlisi şuydu: Sovyet sistemi, sosyoekonomik modeli, yani tek kelime ile sosyalizm milyonlarca insanın umudu olmuştu. ABD’deki zafer havası, Sovyetlerdekinin de ötesindeydi. Sava­şı kendi topraklarının uzağında kabul eden ABD, insani kayıpları sınırlı tutabilmişti. Kendisinin ve savaşan öteki ulusların ordularını donatırken, bir ekonomik süper güç haline gelmiş, 1930’lu yılların depresyonunun bitmek tükenmek bilmeyen etkilerinin, yan etkile­rinin vb. tam anlamıyla üstesinden gelebilmişti. Amerika savaşta yılda 10 000 uçak ve 30 000 tank yapacak bir kapasite geliştirmiş­ti. Amerikan sanayi 1943’te 37,5 milyar dolarlık silah ve cephane üretmişti. Aynı yıl Sovyetler Birliği’nin 14 milyar dolar, İngilte­re’nin 11 milyar dolar, Almanya’nın 14 milyar dolar ve Japonya’nın 4,5 milyar dolarlık silah ve cephane ürettiği düşünülürse, Amerikan sanayinin gücü daha iyi anlaşılır. ABD hükümetinin gelirleri, ve­rimlilik ve gayri safi ulusal hasıla büyük ölçüde artmıştı. Amerika çok zenginleşmişti. Siyasal kurumlar iyi işliyor, Amerikan tipi de­mokrasinin saygınlığı artıyordu. Hiroşima-Nagazaki’ye atılan, Ja­ponya’yı teslim olmaya zorlayan bombalar, ABD’ye teknolojik üs­tünlüğün yanı sıra, nükleer hegemonya da sağlamıştı.

Buna karşılık 19. yüzyılın sömürgeci devleri, İngiltere ve Fran­sa savaştan ağır darbeler alarak çıkmışlardı. Fransa, Avrupa’daki ezeli rakibi Almanya karşısında ağır bir yenilgiye uğramış, dahası ezilmiş, küçük düşmüştü. İngiltere, savaşı galiplerin safında ta­mamlamıştı; dahası, Başbakan Churchill müttefiklere önderlik et­mişti, ama bu bir Pirus zaferiydi. Artık, dünyada iki büyük güç, nükleer tekeli elinde tutan ABD ile büyük bir askeri güce ulaşan Sovyetler Birliği’nin borusu ötü­yordu. ABD ve Sovyetler Birliği’nin çevresinde gruplaşmalar oluş­maya başlamış, iki kutuplu sistem ortaya çıkmıştı. İki süper devlet aynı dili konuşmuyorlardı, bir araya gelmeleri için bir neden yok­tu. Soğuk Savaş işte böyle bir ortamda başladı.[13]

Soğuk Savaş, 1945-1990 arası dünyayı yöneten bir dengeler bütünü yaratarak, iki kutuplu, iki süper güç ile bunların müt­tefik ve alt devletleri arasındaki ilişkilerin yarattığı düzene da­yanan bir yaşam tarzını hem bireylere, hem de ülkelere benimsetmişti.[14]

Soğuk Savaş da bir savaştır, çünkü savaşta esas olan as­keri zaferden çok siyasi hedeftir. Savaşta önemli olan, önce­sinde çizilen siyasi hedef ile muhtemel bir askeri zaferin bu hedefe hizmet edip etmediğidir.[15]

Soğuk Savaş en şiddetli olarak 1950’ler ve 1960’larda yaşansa da, 1980’lerin sonlarında bile hala iki blok arasındaki rekabet ve bunların iki blok arasındaki ve bloklar içindeki ilişkilere dair be­lirgin kalıpları devam ediyordu.[16]

Soğuk Savaş’ta düşman hem gizli, hem de açıktır. Soğuk Savaş, barış hareketlerini bile kapsayacak genişliktedir. Gorbaçov reformlarının baş­laması ile Soğuk Savaş, aniden ve kimsenin beklemediği bir hız ve şekilde, alttan gelen devrimlerle, yönetenler ve yönetilenler arası görüşme süreçleriyle sona eriverdi. 1989 yılındaki ayaklan­malar, bunların ardından oluşan Kadife Devrimler süreci ve son olarak da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması, Soğuk Savaş’ı bitirdi.

Ancak, bu aynı zamanda bir yeni dünya düzeninin de or­taya çıkması demekti. Dünya artık eski alışılageldik değer yar­gılarını, eski ilişkiler ağlarını, eski efendilik veya yol göstericilik ve boyun eğmişlik ilişkilerini gözden geçiren devletlerle do­luydu. Ayrıca, sosyalist düzenden kapitalist-liberal düzene geç­meye çalışan ve parlamento gibi, serbest pazar gibi bu sistemin yerleşik kurum ve öğelerini keşfetmeye çalışan bir yeni kapi­talistler grubu da ortaya çıkıyordu. 1989 devrimleri ve 1991 sonunda Sovyet Sosyalist Cum­huriyetler Birliği’nin (SSCB) resmen lağvedilmesi arasındaki za­man diliminde yaşanan ve sosyalist yönetimlerin çöküşünü be­lirleyen olaylar zinciri, aynı zamanda 1945’ten beri süregelen çift-kutuplu dünya düzeninin de ayrışmasına da sebep olmuştu. [17]

 

 

4-BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’İN KURULMASI

Birleşmiş Milletler Teşkilatı 24 Ekim 1945 yılında kuruldu. Amacı milletler arası barışı ve güvenliği sağlamak, milletler arasında, eşit haklar ve bağımsızlık çerçevesinde, dostluk ilişkilerini geliştirmek, milletler arası ekonomik, sosyal, kültürel ve insan hakları ile ilgili problemleri çöz­mektir. Kısa adı; UN (Türkçesi BM) olarak tanınır. Merkezi; ABD’nin New York şehrindedir. Nihayet Şubat 1945’de, üç lider (Winston Churchill, Joseph Stalin ve Franklin D. Roosevelt), Yalta’da bir araya geldiler ve veto sorunu ile birlikte çok sayıdaki sorunu çözüme kavuşturdular. Üç lide­rin görüşleri doğrultusunda 25 Nisan 1945de San Francisco konferansı yapıldı ve BM bildirgesi imzalandı. 51 ülkenin 26 Haziran 1945’de imzaladığı BM Antlaşması, 24 Ekim 1945’de fiilen yürürlüğe girdi. Türkiye bu 51 ülkenin ara­sında yer alarak, teşkilata ilk katılanlar arasında yerini almış oldu. BM’nin temel amacı, dünya barışını ve güvenliğini ko­rumaktır. Bu sorumluluğu yüklenmek BM’nin uğraş alanlarından biri, silahlanmanın denet­lenmesi ve silahsızlandırmadır. Gerçekten Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın kurulu­şundan bugüne, yaptığı tüm çalışmaları gözden geçirdiği­mizde, açıkça şunu görmek mümkündür. Birleşmiş Milletler, beş büyük ağanın menfaatlerine ters düşen hiç bir karar ala­mamıştır. Aksine dünyanın paylaşılması ve daha iyi sömü­rülmesi için diğer küçük uydu devletler de, maalesef bu sömürü düzenine istemeyerek ya da zorla da olsa ortak edilmiştir. Türkiye ile Birleşmiş Milletler Teşkilatı arasındaki iliş­kiler incelendiğinde, genel manzaradan pek farklı bir sonuç ortada yoktur. Türkiye’yi ilgilendiren en önemli sorun, 1964 yılından bugüne devam eden Kıbrıs sorunu teşkil etmekte­dir. Kıbrıs adası sorununun çözümünde, Birleşmiş Milletler 30 yılı aşkın bir süredir girişimlerde bulunmakta ve buna rağmen kesin çözümü getirememektedir. Bunun sebebi, beş büyük ağanın, Yunanistan ile olan kadim dostluğudur. Bu sebeple, Türkiye Yunanistan ile olan Kıbrıs, Adalar ve Batı Trakya sorunlarının çözümünde, Birleşmiş Milletler Teşki­latı hep duyarsız kalmıştır. Bulgaristan’daki Türkler zulüm ve işkence görürken, BM sessizliğini korumuştur. Bugün de öyle; Rusya Güney Kıbrıs Rum Kesimine ve Yunanistan’a çok sayıda silah satarken ve S-300 füzelerinin pazarlıkları sürerken, Birleşmiş Milletler Teşkilatından hiç bir ses seda yok. Hani Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın temel amacı, dünya barışını korumaktı? Hani dünya üzerindeki silahlan­ma denetlenecekti? Acaba, Birleşmiş Milletler Teşkilatı, temel amacından mı saptı? Yoksa Yunanistan; Rusya’dan silah ve füze yerine, çekirdek veya salatalık mı satın alıyor?[18]

 

5-SAVAŞ SONRASINDAKİ ÇIKAN GÜVENLİK DENGELERİ İÇERİSİNDE TÜRKİYE’NİN YERİ

Batı ülkelerinin Sovyet tehditleri karşısında güvenliklerini sağlamak amacıyla teşkilatlanmaya başlamaları ve sonuçta NATO’yu kurmaları, Türkiye’de büyük bir ilgi ile karşılanmıştır. Çünkü 1945-1946 yıllarında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak ve Boğazlar’dan üs isteklerini resmen açıklaması büyük endişe yaratmıştır.[19]

Türkiye’nin Soğuk Savaş sırasında kendisine seçtiği yakla­şım; Türkiye’nin Batı Avrupa ile bütünleşme sürecine önemli bir katkıda bulunmuştur. Türkiye böylece NATO’dan başka Batının kuruluşları arasında sayabileceğimiz OECD ve Avrupa Konseyi’ne üye olmuş ve Avrupa Topluluğu ile de yakın ilişkiler geliştirmiştir. Bunun Türkiye’de uzun dönemde demokratik ve pazar ekonomisine dayalı bir sistemin gelişmesine katkıda bu­lunduğu ve Cumhuriyet’in kuruluşunda tercih edilen hedeflere daha yaklaşılmasını sağladığı söylenebilir. Soğuk Savaş’ın bitme­si ile beraber Türkiye’nin bulunduğu bölgede artan sayılarda ül­kelerin bu modele doğru yönelmeleri, yine Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın başladığı günlerde aldığı kararların ne kadar isabetli ol­duğunu göstermektedir. Türkiye’nin Soğuk Savaş nedeniyle takip etmek durumunda kaldığı politikalar, Türkiye’nin Orta Doğu ve hatta Üçüncü Dünya ülkeleriyle olan ilişkilerini derinden etkilemiştir. Türkiye’nin 1950’lerde Orta Doğu’da Sovyetlere karşı NATO’ya benzer ittifaklar kurma çabası hem başarılı olmamış, hem de Orta Doğu’da Batı yanlısı rejimlerin yıkılmasına neden olacak Pan-Arap ideolojisinin güçlenmesine dolaylı bir şekilde de olsa katkıda bulunmuştur. [20]

Türkiye’nin NATO dışında kalmasından duyulan endişeler giderilmeden 5 Mayıs 1949’da kurulan Avrupa Konseyi’ne de alınmaması Türkiye’de yeni tepkilere yol açmıştır. Fakat Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin dışında kalmasından duyulan endişe uzun sürmemiş, 8 Ağustos 1949’da Avrupa Konseyi üyeliğine kabul edilmiştir. Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ne girmesi ve böylece “Avrupalı” bir ülke olarak kabul edilmesi, Türk devlet adamlarını NATO’ya girme konusunda hem cesaretlendirmiş hem de müracaatlarına haklı bir zemin hazırlamıştır.[21]

4 Nisan 1949 tarihinde 12 devletin imzaladıkları (ABD, Kanada, Belçika, Lüksemburg, Hollanda, Fransa, İtalya, İn­giltere, Danimarka, İzlanda, Norveç, Portekiz) Kuzey Atlan­tik Antlaşması ile kurulan NATO, 1952’de (Türkiye, Yuna­nistan), 1955de (Federal Almanya), 1982’de (İspanya) ve 1999’da (Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya) olmak üzere dört kez genişlemiştir. Sovyetler Birliği’nin stratejilerine karşı bir savunma örgütü olarak kurulan NATO, Sovyetler Birli­ği’nin yıkılışından sonra, daha çok savunma ve güvenlik ku­ruluşu durumuna gelmiştir. 1967 yılında Fransa, kuruluşun askeri kanadından ayrılmış, 1974’de bu kanattan ayrılan Yu­nanistan ise, 1980’de eski statüsüne geri dönmüştür. NATO, Avrupa ve Kuzey Amerika’nın güvenliğini bir arada gören bir anlayışın ürünüdür.[22]

NATO’nun kuruluşundaki en büyük etken, Birleşmiş Milletler Teşkilatında Batılı ülkeler ile Sovyetler Birliği arasında sürekli görüş ayrılığı çıkmasıdır.[23]

Nasır’ın Mısır’da başa geçmesiyle beraber Türkiye’nin Ortadoğu’yla olan ilişkileri son derece zor ve ça­tışmalı bir döneme girmiştir. Aynı şekilde Türkiye’nin 1955’de o zamanki küçük sayıda bağımsız Üçüncü Dünya ülkelerinin toplandığı Bandung Konferansı’nda aldığı Batı yanlısı tutum Sovyetlerden ziyade sömürgeciliği kendilerine tehdit gören ül­kelerle görüş ayrılığına düşmesine neden olmuştur. Bu durumun zamanla Türkiye’nin Soğuk Savaş süresince Dünya siyasetinde önemli bir konumu olan Bağlantısızlar Grubu ile iyi ilişkiler geliştirememesine neden olmuştur. Bu durum ise Türkiye’nin Kıb­rıs konusunda Üçüncü Dünya ülkelerini ve özellikle Bağlantısız­lar Hareketini yanına alamamasına neden olmuştur. Bu durumun ise Birleşmiş Mil­letler Genel Kurulu’nda Kıbrıs konusunda alınan kararları Türki­ye lehinde yönlendirilmesini de engellemiş olduğu söylenebilir.[24]

Akalın bu konuda çok çarpıcı bilgiler vermektedir:

Türkiye, hiç kuşkusuz, Soğuk Savaş düzeninin en önemli ülke­lerinden biridir. Türkiye’nin stratejik öneminin artması, Soğuk Savaş’ın sonuçlarından biridir. Dünyanın neresinde kaleme alınmış olursa olsun, Soğuk Savaş hakkında yazılan her kitap, her makale, her raporda Türkiye baş köşede yer alır. İki süper güçten birinin ya­ni Sovyetler Birliği’nin komşusu iken ABD’nin yakın müttefiki “stratejik ortağı” olmak, Türkiye’yi böyle özellikli bir konuma getirmiştir. Türkiye, Soğuk Savaş’ta geldiği, konumlandığı noktaya, bilerek, isteyerek, tasarlayarak geldi; yöneticilerin isteği ile geldi. Bunda bir kuşku yoktur. Üzerinde düşünülmesi gereken, o yöneti­cilerin ne kadar doğru yaptıklarıdır.

Genel olarak sorunlarını soğukkanlılıkla tartışmaktan hoşlan­mayan, bunu iyi beceremeyen Türkiye aydınlar ve siyasal çevreler, ülkenin Soğuk Savaş yıllarında yaşadığı serüveni, “çok özel bir ma­cera” gibi sunarak, ona gizlenmesi gereken bir “devlet sırrı” süsü vererek, örtbas etmeye çalıştılar. Batılıların Soğuk Savaş’ın bittiği­ni öne sürdükleri yıllarda bile (1975 Helsinki Konferansı sonrası, Berlin Duvarı’nın yıkılışını izleyen 1990’lı yıllar) Türkiye aydınla­rı, siyasal-askeri seçkinler Türkiye’nin Soğuk Savaş serüvenini eni­ne boyuna ele alarak tartışmak istemediler. Bunun bir nedeni, kirli, meşru olmayan pek çok dosyanın (antikomünizm, Amerikancılığın dinci yan ürünleri, Gladyo-Kontrgerilla örgütlenmesi, dışa bağımlı ekonomi vb.) açılmasının söz konusu olabileceği idi. Bir diğer neden, 90’lı yıllarda dünyada baskın çıkan neoliberal rüzgar olabilir. Neoliberaller bir yandan tüm suçu Sovyetlere yıkarak, bir yandan da öyle şeyler olmamış gibi davranarak, tartışmaları adeta örtbas ettiler. Tüm insanlığı ilgilendiren Soğuk Savaş sorunları, dar aka­demik çevrelerin tartışmalarına hapsedildi. En fazla kısmi tartışma­lara konu oldu Soğuk Savaş’ın kimi yönleri... Kore Savaşı, solcu­ların zorlamasıyla biraz tartışma gündemine girebildi, Kıbrıs’a mü­dahaleden sonra “silah ambargosu” ve “ABD’ye aşırı bağımlılık” zorunlu olarak tartışıldı. Sık sık patlak veren Arap-İsrail Savaşları akıllarda kaldı; kimi zaman da “komşularla ilişkiler” çerçevesinde bloklar dışı hareket olanaklarının sınırları araştırıldı, çözümler arandı. ABD kampından hiç uzaklaşmadan, öteki tarafa göz kırpa­rak “dış yardım” arandı, bir miktar da sağlandı. Hepsi bu kadar...

Oysa herkes biliyor ve arşivlerdeki binlerce belge ve rapor açık­ça ya da gizli gizli ortaya koyuyor ki, Soğuk Savaş sıcak savaşa dönüşseydi, ülkemiz alevler içinde kalabilir, bir yangın yerine döne­bilir, ağır bir bedel ödeyebilirdi.

Türkiye’nin Soğuk Savaş’la ilgili bir başka sorunu daha var. “Çarpıtılmış kimlik sorunu” da diyebiliriz buna. İkinci Dünya Sa­vaşı sonunda çok partili demokrasiye geçme kararı alan Türkiye, yaşamsal önemdeki bu kararı, ters bir rastlantı sonucu olarak, So­ğuk Savaş koşullarında hayata geçirmek zorunda kaldı. Kurtuluş Savaşı yıllarındaki en yakın müttefikimiz, Cumhuriyet rejiminin başlıca dış müttefiki, 1930’lu yıllarda sanayileşme atılımımıza cid­di katkı sağlayan kuzey komşumuz Sovyetler Birliği, bir anda düş­man ilan edildi. Kuzey komşumuzun Boğazlar’da üs ve Kars, Arda­han’ı istediği dış ve iç resmi-resmi olmayan çevrelerce ilan edildi. Dahası, tarih, güncel siyasetin dayatmaları uyarınca, bu iddialara göre alelacele yazıldı. İddiaların gerçekliği ya da nedenleri üzerinde hemen hiç durulmadı. Bundan en büyük zararı yine Türkiye gördü. “Rus salatasının” adını değiştirmeye kadar uzanan bir yaklaşım, pa­ranoyaya dönüşerek her taşın altında bir komünist aradı. 6-7 Eylül’de çapulcular kenti yağmalarken, suç evlerinden toparlanan ko­münistlerin üzerine yıkılmaya çalışıldı. Oysa Türkiye’nin örnek al­dığı Batılı demokrasilerde komünist partiler “demokratik sistemin vazgeçilmez unsurları” olarak kabul edilmişlerdi. Soğuk Savaş dö­neminin en duyarlı coğrafyasında, en kritik yörelerinde yaşayan ül­kelerde bile... Ama burada “Batılı müttefiklerimize” de bir dokun­durma yapmak gerekiyor. Savaşın Batılı galiplerinin ilk amacı, Na­zi tehlikesinin önünü tıkayacak ekonomik-toplumsal önlemler al­mak ve liberal demokrasiyi yerleştirmekti. Ama Türkiye Sovyet­lerin komşusuydu. Sol kanadı olmayan bir demokrasi icat etmek, müttefiklerimizin büyük katkılarıyla Türk siyasetçilerine düştü. Elimizdeki “hilkat garibesi” işte o tarihsel koşulların ürünüdür.

Türkiye’nin bir başka talihsizliği, Soğuk Savaş’ın savaştan son­ra ülkemizdeki ideolojik-siyasal, kültürel gelişmeleri yoğun olarak etkileme durumuna gelen ABD’nin kendisinin içine sürüklendiği politik koşullardır. Savaşın sonunda Truman, Roosevelt’in yarattığı “New Deal” (Yeni Düzen) politikalarından uzaklaştı. Bu ise sosyal politikalardan uzaklaşmak, ilkel bir “kıran kırana kapitalizm” aşamasına geri dönmek anlamına geliyordu. 40’ların sonunda anti-komünist Mc Carthycilik’le iç içe geçen, üst üste binen bu politika­lar, ABD’nin de sosyokültürel ve siyasal yapısını değiştirdi. ABD dış politikasının önde gelen mimarlarından, eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, bu çarpıcı gerçeği şöyle itiraf ediyor:

“Amerikan kurucu babalarının, Amerikan ulusunun bütün in­sanlık için bir özgürlük feneri olduğu doktrini, Amerikan So­ğuk Savaş felsefesinin içine iyice işlemiştir “[25]

 

Türkiye Soğuk Savaş’ın başlangıcından beri Batının müttefi­ki ve 1952’den beri de NATO’nun üyesidir. İkinci Dünya Sava­şı’nın ardından yaşanan değişiklikler ve Türkiye’ye yönelik tehditler, NATO üyeliği sonucunu doğurmuş ve Türkiye o tarihten bu yana savunma ve güvenlik politikalarını NATO ekseninde oluşturmuştur. Bunda sadece NATO’nun bir güvenlik örgütü ol­ması değil, NATO’nun Türk-ABD ilişkilerinde çok taraflı bir çerçeve sağlaması da etkili olmuştur. Türkiye’nin jeopolitik ko­numu, özellikle tehdit açısından ilk ve en önemli unsur olmuş; Avrupa, Ortadoğu ve Asya’nın birleştiği yerde iki dünya paza­rına köprülük yapan Türkiye’ye, bazen bu köprü görevi paha­lıya mal olmuştur. Türkiye, özellikle 1947 yılından beri, Sovyet­lerin Akdeniz ve Ortadoğu’ya yayılmasını önlemekte büyük bir rol oynamış; ayrıca Batının bölgeye ilişkin çıkarlarını ve politi­kalarını güvence altına almıştır.

Türkiye Soğuk Savaş döneminde, sahip olduğu jeostratejik konumuyla, Sovyetler Birliği’nin yayılmasını önleme görevini üstlenmiştir. Bu görevi dolayısıyla da Batıyla yakın siyasi, aske­ri ve ekonomik ilişkiler içerisine girmiştir. Türkiye, İkinci Dün­ya Savaşı’nın bitiminden itibaren, Batının siyasi, güvenlik ve ekonomik kurumlarına bir Batılı üye olarak katılmıştır. Batılı bir üye olarak katılmasına rağmen Türkiye, hiç bir zaman bir Av­rupa ülkesinin ekonomik gücüne erişememiş, ekonomik açıdan Batılı ülke olamamıştır. Ancak Türkiye, jeostratejik konumu do­layısıyla belli başlı bütün uluslararası örgütlerde yerini almıştır. Türkiye, bu dönemde; siyasi ve askeri önemi nedeniyle içinde bulunduğu batılı örgütlerden, ABD, NATO ve Almanya’dan özellikle askeri yardım; Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve OECD’den ekonomik yardım almıştır. Türkiye, NATO’dan ayrı olarak, ABD ile bir savunma işbir­liğini de ikili ilişki biçiminde yürütmüştür. ABD, Türk toprakla­rındaki üsleri kullanırken; karşılığında da Türkiye’nin savunma kapasitesinin gelişmesine yardımcı olmuştur. ABD dışında, Al­manya’yla da yakın ikili ilişkiler içinde olan Türkiye, bu ülkeden Soğuk Savaş dönemi boyunca önemli askeri yardımlar almıştır. 1957’de Sovyetler Birliği, ABD’yi vurabilecek Kıtalararası Balistik Füzeler(ICBM)’in kapasitesini artırınca, ABD de buna karşı bir önlem olarak; Türkiye’ye Jüpiter füzelerini, Avrupa’ya da IRBM füzelerini yerleştirmiştir. Küba Krizi’nin ortaya çıkma­sı, Türkiye’nin durumunu, Sovyet tehlikesi karşısında çok has­sas bir konuma sokmuştur. [26]

2 Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan Körfez Krizi sırasında Türkiye’de bulunan NATO savunma gücü, BM kararına dayanarak yapılan ABD operasyonları, “Doğu bloku” tarafından engellenmemiş, bir tehdit olarak da değerlendirilmemiştir. Körfez Krizi’nin hemen ardından Sovyetler Birliği’nin dağılması, öncelikle Baltık Devletleri’nin bağımsızlıklarını ilan etmeleri ve ardından Yugoslav­ya’da ortaya çıkan olaylar, NATO’nun değişen koşullara uyarlanmasını gündeme getirmiştir.[27]

ABD, Türkiye’de İncirlik, Çiğli, Sinop, Karamürsel, Diyarbakır, Samsun, Trabzon ve Ankara’da askeri üsler açmıştır. Diğer taraftan Türkiye NATO’ya girdikten sonra çoğu Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma silahlarla donatılmış ve hareket kabiliyeti sınırlı olan Türk ordusunun modernizasyonu için gerekli askeri ve iktisadi yardımları da almıştır. İttifak çerçevesinde sağlanan bu ABD ve NATO yardımları Türkiye’nin askeri gücünü artırırken Türkiye’yi milli savunma konularında dışa bağımlı hale getirmiştir. Türkiye milli savunma konusunda dışa bağımlılığının sakıncalarını 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında ABD’nin silah ambargosu uygulaması üzerine görmüştür. Nitekim ittifak çerçevesinde sağlanan yardımlar Türkiye’nin askeri gücünü artırmakla beraber, bu güç ittifakın amaçlarına uygun bir şekilde geliştirilmiş, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin konuşlandırılması da Doğu bloğundan gelecek muhtemel bir saldırıya göre tasarlanmıştı. [28]

 

a-Truman Doktrini

 

ABD Başkanı Truman daha sonra Truman Doktrini olarak tanımlanacak olan 12 Mart 1947’de kongrede yapmış olduğu konuşmasında kongrenin Yunanistan ve Türkiye için öngörülen yardım programını onaylamasını istiyordu. “Aksi takdirde bu devletler demokratik Batı için birer kayıp olacaktır.” diyordu. Özellikle Yunanistan’da iç savaş nedeniyle hükümetin durumunun çok ciddi olduğunu ve ABD yardımına ivedi olarak ihtiyacı olduğunu belirtiyordu. Amerika’nın bu yeni politikası içeriden ve dışarıdan tehdit altında bulunan bağımsız ülkelerin desteklenmesi gerektiğini belirtiyordu. Başkan Truman’ın yardım programında, Yunanistan ve Türkiye için toplam 400 milyon dolarlık ekonomik yardımın yanı sıra, askeri ve sivil danışmanların bu ülkelere gönderilmeleri ön görülüyordu. Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere Truman Doktrini’nin içerdiği endişe Amerikan Hükümeti’nin Türkiye’nin ve Yunanistan’ın güvenliğini nasıl sağlayabileceği idi. Truman Doktrini’ne göre, Türkiye’nin askeri gücünün kuvvetlendirilmesi şarttı. Böylece Türk Ordusu dış baskılara -burada Sovyet tehdidi anlatılmak isteniyor- dayanabilirdi. Ekonomik gelişmesini engellememek için bu yardımın, Türkiye’ye yapılması gerekiyordu. Truman Doktrini’nin açıklanması Türkiye’de büyük bir sevinç yarattı. Türk Devlet adamlarının Doktrin’in açıklanmasından sonra bildirdikleri görüşlerden şu ortaya çıkıyordu.

a-Truman Doktrini, Türkiye’nin güvenliği açısından Sovyet tehdidine karşı önemli bir adım teşkil etmektedir.

b-Türkiye, bundan sonra dünya barışının korunabilmesi için daha aktif bir politika takip edebilir.

c-Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan bir süper güçten askeri yardım alması gerçeği, Türkiye’nin takip ettiği siyasetin başarısı olarak değerlendirilebilir.[29]

 

b-Türkiye Açısından Truman Doktrini ve Amerikan Desteğinin “Gerekliliği”

 

Türkiye açısından bakıldığında Truman Doktrini gerekli idi. Çünkü Türkiye bu sayede bazı askeri ve ekonomik problemlerini çözebilmeyi ümit ediyordu. Amerikan yardımı için duyulan bu ümidin ardında yatan nedenlerden birkaçı şunlardı;

a-İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’ye yönelmiş olan Sovyet tehdidinin yok edilmesi,

b-Ülkenin gelişimi için yabancı sermayenin gerekli olduğunun tespit edilmiş olması,

Yukarıda sözü edilen nedenlerin yanı sıra savaş sonrası ortaya çıkan şu ekonomik zorlamalar da göz önünde bulundurulmalıdır:

1-Savaş esnasındaki ekonomik gelişme ticaret ile uğraşan kişilere büyük kazançlar sağlamıştı. Buna karşılık, bu ekonomik gelişme satın alma gücü sürekli azalan geniş kitlelerin fakirleşmesine yol açmıştı.

2-Gerek endüstri, gerekse tarım alanında uzun süren seferberlik yılları nedeniyle kalifiye eleman sıkıntısı baş göstermişti.

3-Savunma masraflarının büyük boyutlara ulaşması sonucu, devlet bütçesindeki daralma yeni vergilerin getirilmesine ve var olanlarının da genişletilmesini gerektirmişti.

4-İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaklaşık bir milyon askerin uzun süre seferberlik halinde bulundurulmasına neden olan faktör Sovyet tehdidinin gündemde oluşuydu.

5-Savaş esnasında birçok maddenin yokluğu çekildiği için, savaş sonrasında bu maddelerin ithal edilmesi yoluna gidilmiştir, bu da dış ticaret açığını arttırıcı bir rol oynamıştır.

6-Buğday ithali, savaş sonrası, toprağın birkaç yıl kötü ürün vermesi sonucunu doğurmuştur.

7-Savaşın sona ermesi ile, savaş sırasında yükselen ihraç mallarının fiyatları normal seviyeye düşmüştür. Buna karşılık sanayileşmiş ülkelerin üretimi savaş sonrası büyük bir artış gösteriyordu. Bunun sonucu olarak da, dış dünya tarım ürünleri fiyatlarında bir düşüş gözlenirken, Türkiye çeşitli tüketim mallarını ithal etmek zorunda kalıyordu. Böylece, döviz rezervleri de kısa bir süre sonra erimeye başlıyordu.

8-Savaş sonrası, ekonomiyi düzeltebilmek için savaş yılları esnasında plan ve programlar hazırlanmış olmasına rağmen, bunlar ülkenin iç politikasındaki gelişmeleri nedeniyle tam anlamıyla gerçekleştirileme­miştir.

9-İkinci Dünya Savaşı Türkiye’nin “modern” bir savaş için gerekli olan silahlara sahip olmadığı gerçeğini ortaya koyuyordu. Özellikle, 1945 sonrası kendini gösteren Sovyet tehdidi karşısında düşülen durumda bu gerçek kendini hissettirmişti.[30]

c-Kore Savaşı

1950’lerde yaşanan bazı gelişmeler, Türkiye’nin gerek NA­TO’ya üyeliğini sağlamış, gerekse uluslararası ilişkilerdeki rolü­nü farklılaştırmıştır. Bu gelişmelerin en önemlisi, Kore Savaşı olmuştur. [31]

Güney Kore ile Kuzey Kore arasında güven ortamının kaybolduğu, karşılıklı istek ve suçlamaların arttığı bu dönemde: Amerika Birleşik Devlet­leri ile Güney Kore Cumhuriyeti arasında, 31 Aralık 1948 ve 26 Ocak 1950 tarihlerinde askeri yardım ve güvenlikle ilgili iki anlaşma imzalandı. Diğer taraftan Sovyetler Birliği de, Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti ile 20 Mart 1949'da on yıllık bir yardım anlaşması, Çin Halk Cumhuriyeti ile de 14 Şu­bat 1950'de otuz yıllık bir dostluk ve karşılıklı savunma andlaşması yaptı. Böylece, bu anlaşmaların yapılmasıyla; Amerika Birleşik Devletleri'­nin Güney Kore'yi, Sovyetler Birliği ile Komünist Çin'in Kuzey Kore'yi des­tekledikleri ve koruduklan açıkça ortaya konmuş oldu. Bundan biraz sonra da, iki Kore arasında savaş başladı. Savaşın başlaması üzerine Amerika Birleşik Devletleri, Güney Kore'­ye hemen yardım göndermeye başlamış ve bundan Birleşmiş Milletler Orgütü'ne bilgi vermiştir. Birleşmiş Milletler Örgütü'ne üye devletler, Güvenlik Konseyi'nin çağrısına uyarak, Güney Kore'ye askeri yardım göndermeye başlamışlardır. Yardım gönderen bu devletler şunlardı: Amerika Birleşik Devletleri, Avusturalya, Belçika, Filipinler, Fransa, Güney Afrika Birliği, Habeşistan, Hollanda, İngiltere, Kanada, Kolombiya, Lüksemburg, Portoriko, Tayland, Türkiye, Yeni Zellanda, Yunanistan. Ancak bu onyedi devletten bazıları kara, deniz ve hava kuvvetleri, bazıları da üç kuvvetten ikisini veya sadece birini göndermiştir. Yani, her devlet yardımı değişik şe­kilde ve ölçüde, hatta bazıları sembolik sayıda, yapmıştır.[32]

 

 

 Kore Savaşı, Batılıların gözünde, Sovyetlerin ikinci kez Avrupa’ya saldırabilecekleri ihtimalini ortaya çıkarmıştır. Gerçekte, Türkiye’yi üye alarak, ittifakın güvenlik çizgisini Do­ğu Akdeniz’e kadar uzatmak istemeyen NATO ülkeleri; Kore Savaşı dolayısıyla ve ayrıca ABD’nin bastırmasıyla, Türkiye’yi üye olarak kabul etmiştir.[33]

d-Kıbrıs Meselesi

Kıbrıs, 1960’lı yılların ortalarından ve özellikle de 1974’ten sonra Türk dış politikasını en çok meşgul eden konuların başında geldiği gibi, Türk-Yunan ilişkilerinde de her zaman en başta gelen sorun olmuştur. Ancak bu tarihten sonra Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar Kıbrıs’ın yanı sıra Ege ve Batı Trakya Türklerinin sorunlarının da önem kazanmasıyla yaygınlaşıp genişlemiş ve ikili ilişkileri olduğu kadar, Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerini de etkilemeye başlamıştır. Türkiye’nin, Yunanistan ile iyi ilişkiler kurarak sorunlara barışçı yollardan çözüm bulmak amacıyla sarf ettiği çabalara rağmen Yunanistan özellikle 1981 yılında AB’ye tam üye olmasından sonra elde ettiği bütün avantajları Türkiye aleyhinde kullanmaya başlamıştır.[34]

1960’ların ortasından başlayarak, Türkiye’nin “güvenlik” kavramı anlayışı genişlemiştir. Türkiye, NATO ve ABD’yle sa­vunma ilişkilerini sürdürürken, başka bölgelerdeki diplomatik faaliyetlerine de ağırlık vermiştir. NATO’nun güneydoğu kanadında, 1964 den itibaren Kıbrıs meselesi dolayısı ile Türkiye ile Yunanistan arasında patlak veren gerginlik bu kanadın 20 yıldır iş yapamaz halde kalmasına sebep olmuştur. Türk Yunan çatışmasının NATO üzerindeki tesirleri, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından çekilmesinden çok daha derin olmuştur. 1964’den itibaren ortaya çıkan Türk-Yunan gerginliğine ve NATO’nun güneydoğu kanadındaki çatlamaya paralel olarak Ortadoğu buhranları da artmaya başlayacak ve bu da bilhassa Türkiye’nin ehemmiyetini arttıracaktır. Lakin Batının bu ehem­miyetinden tam olarak yararlanması mümkün olamayacak­tır. Çünkü bir Türk-Yunan işbirliğinin gerçekleşmemesi, NA­TO’nun Ortadoğu gelişmeleri üzerindeki müessiriyetine men­fi istikamette tesir edecektir. Türkiye’nin 14 Ağustos’ta 2. Kıbrıs harekatını başlatması ve aynı gün Yunanistan’ın, NATO’nun askeri kanadından çekildi­ğini ilan etmesi, Sovyetlerin gerek Türkiye’ye karşı tutumların­da gerek Kıbrıs politikalarında mühim bir değişiklik meydana getirmiştir. Yunanistan’ın NATO’dan çıkması Sovyetleri son derece sevindirmiş, Türkiye ile münasebetleri birdenbire geliş­me göstermiştir. Sovyetlerin bu şekilde tutumlarındaki rol oyna­yan faktör, Türkiye’nin adanın 3’de birinden fazlasını ele geçir­mesi ve adanın iki ayrı milli toplumun varlığını kabul etmekle beraber, Kıbrıs’ın taksimine daima karşı gelmişlerdi. Onlara gö­re taksim demek, Kıbrıs adasını bir NATO üssü haline gelmesi demekti.[35]

1964’de, Kıbrıs’ta harekat yapmaması için Türkiye’ye gönderilen ABD Başkanı Johnson’un mektu­bu, Türkiye’nin gerek NATO ile, gerek de ABD ile ilişkilerini etkileyen bir dönüm noktası olmuş ve Türkiye Johnson Mek­tubu’ndan, iki önemli ders çıkarmıştır. Bu dersler, öncelikle Amerikan yardımının, ancak Amerika’nın onayladığı amaçlar için kullanılabileceği anlaşılmış, dolayısıyla Türkiye’nin kendisine özgü çıkarları için harekete geçmesi ge­rekirse, o zaman kendi silahı ve malzemesinin olması gerektiği ortaya çıkmıştır. İkinci olarak; NATO’nun da, tıpkı diğer ulusla­rarası örgütler gibi, egemen devletlerin bulunduğu ve bunların iradesi dışında harekete geçmeyen bir örgüt olduğu, yani oto­matik yardım getirmediği anlaşılmıştır.[36]

Türkiye 1970’li yıllarda, iki hedefini gerçekleştirmeye çalışmış­tır:

1-Sovyetler Birliği’ne karşı kendini korumak.

2-Kıbrıs’taki Türkleri korumak.

 

Sovyetler Birliği’nin 27 Aralık 1979’da Afganistan’ı işgali, İran’daki İslamcı devrim, İran Irak Savaşı ve Ortadoğu’daki di­ğer istikrarsızlıklar; buna bağlı olarak NATO’nun sorumluluğu dışında kalan bölgelerdeki tehlikelerin büyümesi, ittifakın güney kanadının yani Türkiye’nin önemini artırmıştır. Buna bağlı olarak Türk-Amerikan ilişkilerinde de gelişmeler, özellikle de askeri işbirliği yaşanmıştır. Türkiye’de 12 Eylül 1980’de yaşa­nan askeri darbe de bu iyi havayı engellememiş, tersine daha iyi sürmesini sağlamıştır. Zira askeri yönetim, Türkiye’nin dış ve güvenlik politikalarında bir değişiklik olmayacağını, ayrıca de­mokrasiyi yeniden kurduktan sonra yönetimi sivillere devrede­ceklerini açıklamışlardır.[37]

e-Özal Dönemi Üzerine

 

Özal’ın Körfez Savaşı’nda Türkiye’nin aktif rol almasını istemesi ve bu yöndeki söylemleri, değişen eğilimi yansıtıyordu. Körfez Savaşı sırasında Özal, Saddam Hüseyin’e karşı uluslararası koalis­yonu aktif olarak destekledi. Bu dış politika sitili, geleneksel yaklaşıma yatkın olan Türk Dışişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığını dehşe­te düşürdü ve daha sonra Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay görevin­den istifa etti. Diğer bir örnek Özal’ın Mayıs 1991’de bir Yunan gazetesi­ne verdiği demeçte, “On iki ada asla Yunanlılara ait değildir, Osmanlı İmparatorluğu’na aittir. Eğer İsmet İnönü’nün yerinde olsaydım (1944 yılında) gidip o adaları alırdım. Türkiye bu konuda tarihi bir hata yaptı” demesidir. Özal ayrıca Karadeniz Ekonomik İşbirliği projesini ortaya atmış, Azerbaycan’a aktif desteği savunmuş ve Ermenistan’a karşı askeri müda­haleden söz etmiştir. Türk dış politikasındaki bu sitil değişikliğinde, her ne kadar aktif dış politika anlayışı ve Özal’ın karizmatik liderliğinin önemli yeri olsa da, özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Tür­kiye’yi aktif olmaya, muhtemel alternatif işbirliği olanaklarını araştırmaya iten diğer önemli faktörler de etkin rol oynamıştı. Körfez Savaşı’nda (1991) Saddam’a karşı oluşan koalisyona Türkiye’nin aktif desteği, diğer etkenlerin yanında, Türkiye’nin Batı’yı, Türkiye’nin halen dünya politikası için önemli olduğu hususunda ikna etme teşebbüsü olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin Saddam’a karşı Batı koalisyonunu desteklemesinin diğer sebepleri olarak Türkiye’nin Irak’ı su problemi ve aşırı silahlanmasından dolayı tehlike olarak görmesi ve Batı’yı destekleyerek Avrupa Birliği kapısını aralama isteği de hatırda tutulmalıdır.[38]

 

 

 

 

f-Soğuk Savaşın Sonu

Silahsızlanma politikaları Perestroika ve Glasnost gibi reformların doğrudan bir sonucuydu. Gorbaçov’a göre, sadece askeri harcamalardaki indirim Sovyet ekonomi­sini ve siyasi sistemini kurtarabilirdi. Geleneksel pro­paganda dilini terkederek Batı’yla yakınlaşmanın önemini vurguluyordu. Zira bu yaklaşım Başkan Reagan’ın başlattığı ve son derece maliyetli olan Yıldız Savaşları programında ABD’yi takip etmemenin ve SSCB’nin itibarını korumanın tek yoluydu. Bunun için iki ülke arasındaki diyaloğa ve silahsızlanma görüşme­lerinin başlamasına öncelikli önem veriliyordu. Çünkü silahsızlanma Soğuk Savaş mantığını yok edecekti. SSCB’nin çöküşü, eski müttefiklerinin değişimi, çift kutuplu dünyanın alışılagelmiş siyasi, iktisadi, sosyal çizgisinin kayboluşunu açıklamaya yetiyor. İşgal edilme tehlikesi, blokları kendi bölgesine hapsetme stratejileri, karşılıklı güvensizlik, ortak sınırlarda kilometreler bo­yunca birlik ve askeri donanımları hazır bulundurma gereksinimiyle beraber kaybolup gitti. 1991’den itiba­ren Varşova Paktı varoluş gayesini kaybetti. NATO kendini yeniden tanımlamak zorunda kaldı.[39]

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte birdenbire ra­kipsiz kalan ABD, sorumluluklarını yeniden tanımla­mak zorunda kaldı. İktisadi zorluklar ABD’yi, Almanya ve Japonya gibi müttefiklerine çağrıda bulunmaya itti.[40] Türkiye’nin Batı için jeopolitik önemi tartışılır hale gelmişti.[41]

1990’lı yıllara kadar Türk dış politikası bazı siyasi açılımlara rağmen, genelde Soğuk Savaş’ın küresel politikaları ve NATO üyeliği çerçevesinde yürütülmüştür. Bu dönemde Türkiye dış politikada belli dönemlerin haricinde hareketsiz kalmış, Türk dış politikası pasif bir yapıya bürünmüş, dış politika coğrafyası sınırlı tutulmuş, Türk dış politikası mevcut ve tarihi potansiyelin altında seyretmiştir. Sonuçta 1990’lı yıllarda doğu bloğunun yıkılması ile dünyada meydana gelen hızlı ve köklü değişmelere hazırlıksız yakalanmıştır. Ancak NATO üyeliğinin Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini geliştirmesinde önemli katkılar sağladığını söylemek mümkündür.[42]

g-Türk Dünyası ve Türkiye

 

Türk Dünyası, dünya platformundaki coğrafi konumu, batıdan doğuya Adriyatik Denizi’nden Doğu, Türkistan’da Turfan havzasına, kuzeyden güneye Kazan ve Sibirya düz­lüklerinden Kıbrıs adasına kadar çok geniş bir dikdörtgeni oluşturuyor. Bu alan, Avrasya’nın tam merkezi kısmına te­kabül eder. Bu geniş alan içinde, bugün için 8 bağımsız ve çok sayıda yarı bağımsız ya da bağımlı Türk ülkeleri bulu­nuyor. Bağımsız 8 ülkenin toplam yüzölçümleri 4.899.178 km2’yi buluyor. Bu değere Doğu Türkistan (1.646.900 Km2.) ve Rusya Federasyonu içindeki diğer özerk Türk Cumhuri­yetlerinin yüzölçümleri (3,8 milyon km2.) de ilave edilirse, Türk ülkelerinin yüzölçümü 10,4 milyon km2’yi bulur. Öte yandan dünya üzerinde Türklerin yaşadığı diğer alanlar da hesaba katılırsa, Türk Dünyası’nın genel toplam yüzölçümü 12 milyon km2’yi aşar. Bu da, Avrupa kıtasının yüzölçümünden hayli fazladır. Yüzölçümü itibariyle en büyük ülke Kazakistan (2.717.300 km2.)’dır.

Türk dünyasının nüfusunun 2010 yılında 159,8 milyona, 2020 yılında ise 181,1 milyona ulaşacağı beklenmektedir. En fazla nü­fuslu ülke ise Türkiye’dir. Türkiye’nin nüfusu (1995’de 63 milyon, 2010’da 81 milyon, 2020’de 93 milyon kişi), 8 Türk ülkesinin toplam nüfuslarının yarısını teşkil eder.

 

Ülkenin Adı[43]

Yüzölçümü

1995

2010

2020

 

(Km9.)

(Bin kişi)

(Bin Kişi)

(Bin kişi)

1.  Kazakistan

2.717.300

17.377

18.794

19.404

2. Türkiye

814.578

63.405

81.790

93.362

3. Türkmenistan

488.100

4.075

5.277

6.116

4.  Özbekistan

447.400

23.089

30.380

35.422

5.  Kırgızistan

198.500

4.770

5.810

6.490

6. Tacikistan

143.100

6.155

8.619

10.429

7. Azerbaycan

86.600

7.790

8.995

9.689

8. KKTC

3600

182

222

250

TOPLAM

4,899.178

126.843

159.887

181.162

 

Türk Dünyası, sosyo-ekonomik bakımdan Türkiye hariç diğerleri, 1990’lı yıllara kadar bağımlı bir yapıya sahipti. Bu nedenle, dünya ülkeleri bazında önemli bir güç oluşturamıyordu. Böylece 20. yüzyıl, Türk Dünyası’nın en karanlık asrı oldu. Ancak 1990’1ı yıllarda, Sovyetler Birliği’ndeki bağımsızlık rüzgarları, özellikle Orta Asya bozkırlarında da esmeye başlayınca, bozkır canlanmaya başladı. Zaten özün­de saklı olan hürriyet aşkı, Orta Asya Türk’ünü kısa sürede bağımsızlığa götürüverdi. Bugün, artık dünyamızda, bağımsız 8 Türk Cumhuriyeti (Türkiye, KKTC, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan) ortaya çıktı. Öte yandan Doğu Türkistan, Dünya platformunda sesini duyurmaya başladı. Bugün Türkçe konuşan bir insan; Adriyatik denizinden Çin Seddi’ne kadar gitse, yol boyunca derdini anlatabilir ve aynı dili konuşan insanlarla kısa sürede kaynaşabilir. Bugün Çin’e bağlı özerk bölge durumunda olan Doğu Türkistan’ın merkezi olan Urumçi halkı, Türkiye’nin Avrupa toprakların­da bulunan Edirne veya Kosova’daki Prizen şehri ahalisiyle, Pekinlilerle anlaşabildiğinden daha kolay anlaşabilir. Türk­menistan’ın başkenti Aşkabat halkı, ikinci bir dil bilmeksi­zin İstanbul halkı ile rahatça konuşabilir ve gönül rahatlığı ile şehri dolaşabilir.[44]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA

 

 

 

-          Altındal, Aytunç, Bilinmeyen Hitler, ALFA, İstanbul 2010.

-          Akalın, Cüneyt, Soğuk Savaş ABD ve Türkiye-1 Olaylar-Belgeler (1945-1952), Kaynak Yayınları, İstanbul 2003.

-          Artuç, İbrahim, Hitler ve II.Dünya Savaşı’nın Kaderi, Kastaş Yayınları, İstanbul 1984.

-          Bağcı, Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, Metu Press, Ankara 2001.

-          Bal, İdris, Güvenlik Kıskacında Türkiye, Lalezar Kitabevi, Ankara 2009.

-          Crowe, Anthony, Hitler, Tutku Yayınevi, Edit: Füsun Dikmen, Ankara 2011.

-          Dedeoğlu, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınevi, İstanbul 2003.

-          Erdoğdu, Hikmet, Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve NATO İttifakı, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2004.

-          Kaptan, Eyüp ve diğerleri, Soğuk Savaş Dönemi ve Sonrası Savaş Tarihi Sonuçlarının Türkiye’nin Güvenliğine Stratejik Etkileri, Onuncu Askeri Tarih Sempozyumu Bildirileri, (20-22 Nisan 2005 - İstanbul), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006.

-          Karadeli, Cem, Soğuk Savaş Sonrasında Avrupa ve Türkiye, Ayraç Yayınevi, Ankara 2003.

-          McNeill, William, Dünya Tarihi, Çeviren: Alaeddin Şenel, 8.baskı, İmge Kitabevi, İstanbul 2008.

-          Özey, Ramazan, Jeopolitik ye Jeostratejik Açıdan Türkiye, Marifet Yayınları, İstanbul 1998.

-          Sertel, Sabiha, 2.Dünya Savaşı Tarihi, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 1999.

-          Stone, Norman, Birinci Dünya Savaşı, Çeviren: Ahmet Fethi Yıldırım, İstanbul 2010.

-          Telli, Ferhat, İdeolojilerin Dünya Savaşı Soğuk Savaş, YGS Yayınları, İstanbul 1998.

-          Turan, Ömer, 20. Yüzyıl Tarihi, Nehir Medya Yayıncılık, İstanbul 2000.

-          Uçarol, Rifat, Siyasi Tarih, 7.baskı, Der Yayıncılık, İstanbul 2008.


 
 
 
  Bugün 15 ziyaretçi (15 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol