1-İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN NEDENLERİ
II.Dünya Savaşı yarattığı tahribatlarla ve getirdiği soru işaretleriyle en gizemli ve ilgi çekici olaylardan biridir. Hitler’in 1930’da söylediği “Bu insanlar benim gerçek kimliğimi hiçbir zaman öğrenmemelidirler. Benim nereden geldiğimi ve aile geçmişimi hiçbir zaman bilmemelidir.” sözü bile bu açıklamayı doğrulamaktadır.
Aslı aranırsa dünya zaten çoktandır huzursuzluk içindeydi. Hitler Ren bölgesine gözünü dikmişti. Uzak Doğu ne zamandır alevler içinde yanıyordu. Japonlar 1932’de Mançurya’yı işgal etmiş, bu yetmezmiş gibi 1937’de de Çin’e saldırmıştı. Böylece, Asya’nın bu uzak köşesinde milyonların katıldığı kanlı bir savaş sürüp gidiyordu. 1935’de Mussolini’nin İtalya’sı Arnavutluk’u, sonra da doymaz bir iştahla Habeşistan’ı yutmaya koyulmuştu. 1936’da İspanya’da başlayan iç savaş, kısa zamanda Batılılarla Mihver devletleri arasında bir kuvvet gösterisi haline dönmüş ve tehlike çanları Avrupa’da da çalmaya başlamıştı. Velhasıl huzursuzluk, bütün dünyada diz boyuna çıkmıştı.
İkinci Dünya Savaşı’nın en büyük nedeni emperyalist devletler arasındaki, aslında ortadan kaldırılması olanaksız olan, çıkar çelişkilerinin çözümlenememiş olmasıdır. Ne Birinci Dünya Savaşı, ne de savaşın sonunda yapılan anlaşmalar var olan çelişkileri çoğaltmaktan başka bir sonuç vermemişti. İkinci Dünya Savaşı’nın başlıca nedenlerini şu noktalarda toplayabiliriz:
a. Kapitalist devletler arasındaki çıkar çelişkileri
b. Savaş sanayinin gelişmesi ile savaşı hazırlayan sanayi sermayesi
c. Ekonomik ve sosyal yetersizlik içinde sosyal huzursuzlukların artması
d. Alman ve Japon faşizminin dünya egemenliği iddiası
1 Eylül 1939 sabahı Almanların Polonya’yı işgale başlamasıyla ortaya çıkan savaşın nedenlerine biraz daha ayrıntılı biçimde göz atalım:
a.Kapitalist devletler arasındaki çıkar çelişkileri
Almanya 1929’dan özellikle de 1933’ten sonra daha çok savaş sanayinde olmak üzere ağır endüstrisini gereği gibi geliştirdi. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra geçirdiği bunalımları atlatmış, ekonomik olarak göreceli bir gelişme dönemine girmişti. Bu imparatorluğun kurulmasına engel olan iç çelişkileri, sosyalizm gelişimini ezmiş görünüyordu. Ama karşısındaki dış rakipler bütün güçleriyle vardılar ve dünyaya egemen bir durumda idiler. Nazizm, içerdeki komünizm ve sosyalizm hareketlerini boğmuş olmakla birlikte hoşnutsuzluğu, koyu yoksulluğu ortadan kaldırmış değildi, için için kaynayan muhalefet hareketlerini ezmek dış dünyadaki pazar düşmanlarıyla hesaplaşmak için savaştan başka çaresi kalmamıştı. Hitler, Versay Antlaşması’nı yırttıktan sonra revizyonist iddialarla ortaya çıktı. Bu iddiaları kapitalist dünyaya barış yolu ile kabul ettiremeyeceğini biliyordu. Bu nedenle bütün sanayisini savaş araçları üretimine yöneltti.
1. Dünya Savaşı biteli henüz yirmi yıl bile olmamıştı. Almanya’da düzenli ordu dağılmış, silah bulundurma sınırlandırılmış ve Almanya Versay Antlaşması’yla yüklü ve haksız bir savaş tazminatı ödemek zorunda bırakılmıştı.
İtalya da aynı durumda idi. Faşist devrimi ile içerdeki sosyalizm akımlarını susturmakla, sosyal yoksulluğu ve huzursuzluğu giderememişti. İtalyan sanayi büyük bir bunalım içindeydi. 1914 savaşından az ganimet aldığını ileri süren İtalya, büyük Roma İmparatorluğu kurmak, Akdeniz’e ve güney Avrupa’ya egemen olmak savındaydı. Bu imparatorluk amaçları karşısında en büyük rakip İngiltere idi. Avrupa’da egemenlik kurmak için İngiltere’nin Akdeniz’deki egemenliğine son vermek gerekliydi. Bu nedenle İtalya da anlaşmaların değiştirilmesi isteğiyle ortaya çıktı. Bu çelişkiler Avrupa’ya özgü değildi. Japonya’nın Çin’i egemenlik altına almak için açtığı savaş, Anglo Amerikan sermayesini yıldıran bir tehlike idi. Almanya’nın Avrupa, Güney Amerika, Afrika pazarlarında rakip olarak gözükmesi de İngiliz, Fransız, Amerikan çıkarlarını tehdit eden etkenlerden biriydi. Bunu ortadan kaldırma olanağı yoktu. Dünya savaşından galip çıkan devletler ellerindekini korumak zorundaydı. Japonya gibi sanayi rekabetine sonradan katılan devletler de saldırgan bir savaşla, yeni pazarlar ve kullanım alanı ele geçirmek isteğinde idiler.
İngiltere ve Fransa, kapitalist karakterleri dolayısıyla bu revizyonu özverilere katlanarak yapamazdı. Almanya ile İtalya gibi Japonya’yı tatmin için diğer ulusların bağımsızlığından özveriler yaparak savaşı uzaklaştırmaya çalıştılar. Ama revizyonist devletlerin gelişme alanları Sovyet Rusya, merkezi Avrupa ve Uzakdoğu ile sınırlı değildi. İngiltere, Fransa, Amerika asıl önemli ticaret yollarına, hammadde kaynaklarına egemen oldukça; aralarındaki çıkar çatışmalarının (Almanya, İngiltere, Amerikan rekabetinin) kontrolünü ortadan kaldırmadıkça Avrupa’da çelişkilerin çözümlenmesi mümkün değildi. Bu nedenle savaş, bu emperyalist gruplar arasındaki çıkar çatışmalarından bir daha doğdu. Hepsi bir yana Almanlar I.Dünya Savaşı’nda yenildiklerini düşünmüyorlardı.
b. Savaş sanayinin gelişmesi ile savaşı hazırlayan sanayi sermayesi
Savaşın ikinci nedeni de silah sanayinin büyük gelişmesi sonucunda ürünlerini sürmekte güçlük çeken şirketlerin, beklediği büyük karlardır. Savaş hazırlıkları arttığı sürece, silah üreten sanayicinin karları da artmıştır.
Yedi büyük İngiliz savaş gereçleri firmasının hissedarları 1931’de 23 milyon sterlin, yani %2 kar sağlamışlardı. 1939 savaşı için kabul edilen bütçenin bu karı ne kadar yükselteceği tahmin edilebilir. İngiliz resmi belgesi, “Beyaz Kitap”a göre değişik tip savaş gemileri üreten, “Torth and John”, “Waven Hunter” “Sairfield”, “Yarrow”, “Hadfield” gibi ortaklıklar, yeni silahlanma projelerinden ötürü, eski karlarına büyük ekler yapmışlardır. Yeni siparişlerle sağladıkları kar, 5.5 milyar sterlini bulmuştur.
Almanya savaş hazırlıklarına başladıktan sonra bu silah firmalarının kazancı birkaç misli arttı. 1934’te Washington’da senato komitesinin yaptığı incelemeye göre 1933’te Scoda (Çekoslovak), Schneider (Fransız) firmaları Hitler’in savaş planını kolaylaştırmak için Alman firmalarına büyük ölçüde savaş gereçleri satmışlardır. Bu inceleme, Amerika’daki Du Pont Şirketi’nin Almanya’ya sattığı uçak ve savaş gereçlerinin yalnız 1933’te sağladığı karın 1. Dünya Savaşı’nda kazandığının 4 katı olduğunu göstermiştir. Sues Canal Şirketi, 120.000 İtalyan askerini kanaldan Habeşistan’a geçirmek için normal olan fiyata ek olarak 90.000 sterlin kar almıştır. Savaştan önce ve sonra bu savaş gereçleri fabrikalarının sağladıkları kazançlar o kadar büyüktür ki, bunlar hükümetlerin politikaları üzerinde etken olarak savaşı yaklaştırır veya uzaklaştırırlar.
Almanya’nın savaşı hazırlamak için harcadığı para ve savaş gereçleri fabrikalarına sağladığı kazanç, Nazizm rejimi içinde gizli tutulduğu için bunların istatistiklerini şimdilik bulmak mümkün değildir. Ama Almanya’nın bu savaştaki hazırlığı görüldükten sonra bu konuda tahminler yapılabilir. Goering “Bize tereyağı değil top gerekli” demekle bu hazırlığın önemini ifade etmişti.
Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi savaşların nedenlerini ararken bu büyük silah sanayinin savaşları hazırlamak ya da yüreklendirmekte oynadıkları büyük rolü belirtmek gereklidir.
c. Ekonomik ve sosyal yetersizlik içinde sosyal huzursuzlukların artması
1914 savaşının toplumların bünyesinde yol açtığı yıkıntıyı onarım için harcanan bütün emeklere karşın, 1929’a kadar kapitalist memleketlerde sanayi üretimi amaçlanandan düşük bir düzeyde kaldı. 1914 savaşından önceki devreye ancak 1929’da varılabildi. 1929’dan sonra artmaya başlayan üretimde bir yükselme görüldü.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde 1929’dan başlayarak üretim genelde artmakla beraber, Avrupa ekonomik bunalıma girmişti. Bunun da nedeni, tüketim maddeleri üretiminin azalmasıydı. Bu nedenle, fiyatların yükselmesi tüketimi daraltmış, ekonomiyi durgunluğa sürüklemişti. Almanya’nın ağır sanayi üretimi, 1929 yılı 100 kabul edildiğinde, 130.8 artmış, tüketim maddelerindeki artış ise %108.7’yi geçmemişti. Bu artışta, Avusturya’nın ilhak edilmiş olmasının da payı vardı. 1925 ile 1937 arasında diğer sanayi ülkelerinde bir üretim artışı görülürken, Fransa’da böyle bir durum görülmüyordu. Fransız burjuvazisinin, “Halk Cephesinin (sosyalist-komünist birliği) gelişmesi ve ücretlerin artmasını önlemek için fabrikaları kapatması, üretimin artmasını engellemişti. Amerika’da ise 1936 ile 1937 arasında, yani bir yıl içinde, sanayi üretimi %19 artmıştı. Bu artışta temel etken savaş sanayi idi. Tüketim maddeleri üretiminin azalması, Amerika ve diğer Batı devletlerinin ticaretini etkilemiş, koruma önlemleri almalarını gerektirmişti. Bu üretim dengesizliği, fiyatların artmasına ve ekonomik bunalıma yol açmıştı. Aynı zamanda, kapitalist devletler, dışsatım mallarını sürecek pazarlar ve gelişen sanayileri için hammadde kaynakları aramaya yönelmişlerdi. İtalya ve Almanya’nın 1937’de, İspanya’nın iç savaşına karışmalarının nedeni buydu. Girişecekleri büyük savaşta kendilerine gerekli olan demir ve bakırı elde edeceklerini umuyorlardı.
1930’dan sonra, tüketim ve özellikle temel gereksinim maddeleri üretiminin tüm üretime oranı hızla düşmüştü. Fransa’da ve Amerika’da üretim arttığı halde, sosyal huzursuzluğun artmasının nedeni buydu. Kimi kapitalist ülkeler, bir yandan da kimi sanayilerindeki fazla üretimlerini sürecek pazarlar arıyor, bu yönde birbirleriyle yarışmaya giriyorlardı. Böylece aralarındaki yarışma da artıyordu. Savaş sanayi, genelde ağır sanayinin dışında üretimin azalması, tüketim mallarının fiyatlarını hızla yükseltiyor, ücretler artmadığı sürece, halkın alım gücü azalıyordu, iç pazardaki bu durgunluk, bazı dallarda sanayi üretiminin azalmasına, fabrikaların kapasitelerini düşürmelerine, kapanmalarına yol açınca, işsizlik baş gösterdi. Bu durum, işverenlerle işçi ve işsizler arasındaki çelişkiyi arttırdı. Bundan sonra grevler, işçi gösterileri, açlık yürüyüşleri bu ülkelerin günlük olayları durumuna geldi. Alınan birtakım önlemler, sosyal sigorta gibi reformlar etkili olmadı. Büyük kapitalist ülkelerde, işçilerle işverenler arasındaki çatışma aşırı safhaya ulaşmıştı. Bunlardan bazıları iç ve dış çelişkileri önlemek için faşizme yöneldiler. Diğer bazıları ise (İngiltere, Amerika gibi) savaşı kendilerinden uzaklaştırmak, bir Alman-Sovyet savaşma dönüştürmek, savaş sanayi ürünlerini bu iki devlete satmak yoluyla kendi iç bunalımlarını çözmek umuduna kapıldılar.
Dünyadaki gelişimi yalnız liberal ekonomi gözüyle gören sanayiciler ve devlet adamları sosyalizmi boğmak ve alanları kendilerine açık bırakmak için savaşı zorunlu görüyor, yalnız savaşı İngiltere’den uzaklaştırmakla bu amaçlarına varacaklarım sanıyorlardı.
Açıkladığımız gibi, kapitalist devletler arasındaki çıkar çatışmaları savaş sanayicileriyle savaşı hazırlayan sanayi sermayesinin, ticaret sermayesinin birleşmesi, ekonomik ve sosyal huzursuzlukları lafla olsun bastırmak isteği, bu devletleri 1914’te olduğu gibi dünyayı yeniden paylaşım ya da ellerindekini korumak için savaşa sürükledi.
d. Alman ve Japon faşizminin dünya egemenliği iddiası
İtalya ve Almanya’da Faşizm ve Nazizm bir komünist devrimine engel olmak savıyla ortaya çıkmış, ama geçirdikleri gelişme sürecinde iç ve dış çatışmalardan hiçbirini çözememişlerdi. Almanya’nın her gün artan üretimi, hammadde kaynaklarından yoksunluğu, kapitalizm temeline dayanan sistemi içinde gelişme olanağı bulamıyordu. Almanya’nın komünizme karşı açtığı savaşın amacı, içerdeki sosyalist ve komünist hareketlerini boğmak, Doğu’dan Ukrayna gibi önemli ekonomik değeri olan ülkeleri almak, Avrupa kıtasında ve Afrika’da ekonomik egemenliğini artırmaktı. Ama Sovyet rejimini benimsemiş 200.000.000’luk bir kitleyi yeniden kullanım altına sokmak güç bir işti. Almanya’nın Sovyetlere karşı bir savaş açabilmesi için diğer devletlerle olan çatışmalarını çözümlemesi gerekliydi. İngiltere’yi, Fransa’yı yendikten sonra Sovyetler konusunu çözümlemeyi daha kolay bulan Almanya, önce İngiliz ve Fransız rakiplerini ortadan kaldırmayı ve bu suretle dünya egemenliğini değilse bile Avrupa kıtasına hakim olmayı tasarlıyordu. Böylece 1914 savaşının ve barış antlaşmalarının çözümleyemediği bu savaş nedenleri bütün dünyayı 1939 savaşına sürükledi.
Kapitalizmin çatışmaları içinde dünyanın birkaç emperyalist devlet arasında paylaşımı, dünyanın büyük bir bölümünün birkaç devletin tekeli altına girmesi, sanayi devletlerinin birbirleriyle savaşı bu sistemin kaçınılmaz bir sonucudur. Şimdiye kadar olan tarihsel deneyimler bu çelişkilerin savaşsız çözümlenemediğini göstermiştir. Bunun içindir ki, 1939 savaşı da faşist devletler için dünyayı yeniden paylaşım savaşı, İngiltere ve Amerika için ellerindekini koruma ve nüfuz alanlarına sahip olmak savaşıdır. Savaşa sürüklenen Sovyet Rusya için de bir savunma savaşıdır.
2-SAVAŞ SONRASI AVRUPA
1945’ten sonra Avrupa’da, 1918 sonrasından daha sarsıntısız bir derlenip toparlanma hareketi görüldü. Bunun başlıca nedeni, savaştan çıkan tüm devletlerin normal koşullara kendiliğinden dönüşün, artık söz konusu olamayacağını anlamış olmalarıydı. Bunun bir sonucu olarak, iki dünya savaşı sırasında ve 1930’ların depresyonuna karşı toplumsal ve ekonomik işleri yürütme yolunda geliştirilen yöntemler, savaş sonrası Avrupa’sının yeniden kurulmasında kullanıldı. 1949 yılından başlayarak ekonominin eski canlılığını kazandığı görüldü. Savaşın yol açtığı tüm hasar, şaşılacak kadar kısa bir süre içinde onarıldı.
Avrupa savaştan önceki herhangi bir dönemde görülmeyen bir verimliliğe ve refaha ulaşma yolunda ilerledi ve bunu, hemen hemen tüm denizaşırı kolonilerini yitirmesine karşın başardı. Savaşların öncülük ettiği yeni toplumsal-ekonomik yöntemlerin barış çağında kullanılmasının bundan daha şaşırtıcı bir örneği düşünülemez.
3-SAVAŞ SONRASINDAKİ ÇIKAN GÜVENLİK DENGELERİ
1945’te, savaşın sonunda, Kıta Avrupa’sı tam anlamıyla yakılıp yıkılmıştı. Fransa ve İtalya, uluslararası olaylarda öncelikli konumlarından uzaklaşmışlardı. İngiltere, gücünün büyük bölümünü yitirmişti. Savaşın ağır yükünü çeken Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa’ya ve Orta Avrupa’nın önemli bir bölümüne egemen olmuştu. Sofya’dan Berlin’e, Bükreş’ten Varşova’ya kadar Sovyet askerleri görev başındaydı. Stalin kudretinin doruğundaydı. Daha önemlisi şuydu: Sovyet sistemi, sosyoekonomik modeli, yani tek kelime ile sosyalizm milyonlarca insanın umudu olmuştu. ABD’deki zafer havası, Sovyetlerdekinin de ötesindeydi. Savaşı kendi topraklarının uzağında kabul eden ABD, insani kayıpları sınırlı tutabilmişti. Kendisinin ve savaşan öteki ulusların ordularını donatırken, bir ekonomik süper güç haline gelmiş, 1930’lu yılların depresyonunun bitmek tükenmek bilmeyen etkilerinin, yan etkilerinin vb. tam anlamıyla üstesinden gelebilmişti. Amerika savaşta yılda 10 000 uçak ve 30 000 tank yapacak bir kapasite geliştirmişti. Amerikan sanayi 1943’te 37,5 milyar dolarlık silah ve cephane üretmişti. Aynı yıl Sovyetler Birliği’nin 14 milyar dolar, İngiltere’nin 11 milyar dolar, Almanya’nın 14 milyar dolar ve Japonya’nın 4,5 milyar dolarlık silah ve cephane ürettiği düşünülürse, Amerikan sanayinin gücü daha iyi anlaşılır. ABD hükümetinin gelirleri, verimlilik ve gayri safi ulusal hasıla büyük ölçüde artmıştı. Amerika çok zenginleşmişti. Siyasal kurumlar iyi işliyor, Amerikan tipi demokrasinin saygınlığı artıyordu. Hiroşima-Nagazaki’ye atılan, Japonya’yı teslim olmaya zorlayan bombalar, ABD’ye teknolojik üstünlüğün yanı sıra, nükleer hegemonya da sağlamıştı.
Buna karşılık 19. yüzyılın sömürgeci devleri, İngiltere ve Fransa savaştan ağır darbeler alarak çıkmışlardı. Fransa, Avrupa’daki ezeli rakibi Almanya karşısında ağır bir yenilgiye uğramış, dahası ezilmiş, küçük düşmüştü. İngiltere, savaşı galiplerin safında tamamlamıştı; dahası, Başbakan Churchill müttefiklere önderlik etmişti, ama bu bir Pirus zaferiydi. Artık, dünyada iki büyük güç, nükleer tekeli elinde tutan ABD ile büyük bir askeri güce ulaşan Sovyetler Birliği’nin borusu ötüyordu. ABD ve Sovyetler Birliği’nin çevresinde gruplaşmalar oluşmaya başlamış, iki kutuplu sistem ortaya çıkmıştı. İki süper devlet aynı dili konuşmuyorlardı, bir araya gelmeleri için bir neden yoktu. Soğuk Savaş işte böyle bir ortamda başladı.
Soğuk Savaş, 1945-1990 arası dünyayı yöneten bir dengeler bütünü yaratarak, iki kutuplu, iki süper güç ile bunların müttefik ve alt devletleri arasındaki ilişkilerin yarattığı düzene dayanan bir yaşam tarzını hem bireylere, hem de ülkelere benimsetmişti.
Soğuk Savaş da bir savaştır, çünkü savaşta esas olan askeri zaferden çok siyasi hedeftir. Savaşta önemli olan, öncesinde çizilen siyasi hedef ile muhtemel bir askeri zaferin bu hedefe hizmet edip etmediğidir.
Soğuk Savaş en şiddetli olarak 1950’ler ve 1960’larda yaşansa da, 1980’lerin sonlarında bile hala iki blok arasındaki rekabet ve bunların iki blok arasındaki ve bloklar içindeki ilişkilere dair belirgin kalıpları devam ediyordu.
Soğuk Savaş’ta düşman hem gizli, hem de açıktır. Soğuk Savaş, barış hareketlerini bile kapsayacak genişliktedir. Gorbaçov reformlarının başlaması ile Soğuk Savaş, aniden ve kimsenin beklemediği bir hız ve şekilde, alttan gelen devrimlerle, yönetenler ve yönetilenler arası görüşme süreçleriyle sona eriverdi. 1989 yılındaki ayaklanmalar, bunların ardından oluşan Kadife Devrimler süreci ve son olarak da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması, Soğuk Savaş’ı bitirdi.
Ancak, bu aynı zamanda bir yeni dünya düzeninin de ortaya çıkması demekti. Dünya artık eski alışılageldik değer yargılarını, eski ilişkiler ağlarını, eski efendilik veya yol göstericilik ve boyun eğmişlik ilişkilerini gözden geçiren devletlerle doluydu. Ayrıca, sosyalist düzenden kapitalist-liberal düzene geçmeye çalışan ve parlamento gibi, serbest pazar gibi bu sistemin yerleşik kurum ve öğelerini keşfetmeye çalışan bir yeni kapitalistler grubu da ortaya çıkıyordu. 1989 devrimleri ve 1991 sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) resmen lağvedilmesi arasındaki zaman diliminde yaşanan ve sosyalist yönetimlerin çöküşünü belirleyen olaylar zinciri, aynı zamanda 1945’ten beri süregelen çift-kutuplu dünya düzeninin de ayrışmasına da sebep olmuştu.
4-BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’İN KURULMASI
Birleşmiş Milletler Teşkilatı 24 Ekim 1945 yılında kuruldu. Amacı milletler arası barışı ve güvenliği sağlamak, milletler arasında, eşit haklar ve bağımsızlık çerçevesinde, dostluk ilişkilerini geliştirmek, milletler arası ekonomik, sosyal, kültürel ve insan hakları ile ilgili problemleri çözmektir. Kısa adı; UN (Türkçesi BM) olarak tanınır. Merkezi; ABD’nin New York şehrindedir. Nihayet Şubat 1945’de, üç lider (Winston Churchill, Joseph Stalin ve Franklin D. Roosevelt), Yalta’da bir araya geldiler ve veto sorunu ile birlikte çok sayıdaki sorunu çözüme kavuşturdular. Üç liderin görüşleri doğrultusunda 25 Nisan 1945’de San Francisco konferansı yapıldı ve BM bildirgesi imzalandı. 51 ülkenin 26 Haziran 1945’de imzaladığı BM Antlaşması, 24 Ekim 1945’de fiilen yürürlüğe girdi. Türkiye bu 51 ülkenin arasında yer alarak, teşkilata ilk katılanlar arasında yerini almış oldu. BM’nin temel amacı, dünya barışını ve güvenliğini korumaktır. Bu sorumluluğu yüklenmek BM’nin uğraş alanlarından biri, silahlanmanın denetlenmesi ve silahsızlandırmadır. Gerçekten Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın kuruluşundan bugüne, yaptığı tüm çalışmaları gözden geçirdiğimizde, açıkça şunu görmek mümkündür. Birleşmiş Milletler, beş büyük ağanın menfaatlerine ters düşen hiç bir karar alamamıştır. Aksine dünyanın paylaşılması ve daha iyi sömürülmesi için diğer küçük uydu devletler de, maalesef bu sömürü düzenine istemeyerek ya da zorla da olsa ortak edilmiştir. Türkiye ile Birleşmiş Milletler Teşkilatı arasındaki ilişkiler incelendiğinde, genel manzaradan pek farklı bir sonuç ortada yoktur. Türkiye’yi ilgilendiren en önemli sorun, 1964 yılından bugüne devam eden Kıbrıs sorunu teşkil etmektedir. Kıbrıs adası sorununun çözümünde, Birleşmiş Milletler 30 yılı aşkın bir süredir girişimlerde bulunmakta ve buna rağmen kesin çözümü getirememektedir. Bunun sebebi, beş büyük ağanın, Yunanistan ile olan kadim dostluğudur. Bu sebeple, Türkiye Yunanistan ile olan Kıbrıs, Adalar ve Batı Trakya sorunlarının çözümünde, Birleşmiş Milletler Teşkilatı hep duyarsız kalmıştır. Bulgaristan’daki Türkler zulüm ve işkence görürken, BM sessizliğini korumuştur. Bugün de öyle; Rusya Güney Kıbrıs Rum Kesimine ve Yunanistan’a çok sayıda silah satarken ve S-300 füzelerinin pazarlıkları sürerken, Birleşmiş Milletler Teşkilatından hiç bir ses seda yok. Hani Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın temel amacı, dünya barışını korumaktı? Hani dünya üzerindeki silahlanma denetlenecekti? Acaba, Birleşmiş Milletler Teşkilatı, temel amacından mı saptı? Yoksa Yunanistan; Rusya’dan silah ve füze yerine, çekirdek veya salatalık mı satın alıyor?
5-SAVAŞ SONRASINDAKİ ÇIKAN GÜVENLİK DENGELERİ İÇERİSİNDE TÜRKİYE’NİN YERİ
Batı ülkelerinin Sovyet tehditleri karşısında güvenliklerini sağlamak amacıyla teşkilatlanmaya başlamaları ve sonuçta NATO’yu kurmaları, Türkiye’de büyük bir ilgi ile karşılanmıştır. Çünkü 1945-1946 yıllarında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak ve Boğazlar’dan üs isteklerini resmen açıklaması büyük endişe yaratmıştır.
Türkiye’nin Soğuk Savaş sırasında kendisine seçtiği yaklaşım; Türkiye’nin Batı Avrupa ile bütünleşme sürecine önemli bir katkıda bulunmuştur. Türkiye böylece NATO’dan başka Batının kuruluşları arasında sayabileceğimiz OECD ve Avrupa Konseyi’ne üye olmuş ve Avrupa Topluluğu ile de yakın ilişkiler geliştirmiştir. Bunun Türkiye’de uzun dönemde demokratik ve pazar ekonomisine dayalı bir sistemin gelişmesine katkıda bulunduğu ve Cumhuriyet’in kuruluşunda tercih edilen hedeflere daha yaklaşılmasını sağladığı söylenebilir. Soğuk Savaş’ın bitmesi ile beraber Türkiye’nin bulunduğu bölgede artan sayılarda ülkelerin bu modele doğru yönelmeleri, yine Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın başladığı günlerde aldığı kararların ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin Soğuk Savaş nedeniyle takip etmek durumunda kaldığı politikalar, Türkiye’nin Orta Doğu ve hatta Üçüncü Dünya ülkeleriyle olan ilişkilerini derinden etkilemiştir. Türkiye’nin 1950’lerde Orta Doğu’da Sovyetlere karşı NATO’ya benzer ittifaklar kurma çabası hem başarılı olmamış, hem de Orta Doğu’da Batı yanlısı rejimlerin yıkılmasına neden olacak Pan-Arap ideolojisinin güçlenmesine dolaylı bir şekilde de olsa katkıda bulunmuştur.
Türkiye’nin NATO dışında kalmasından duyulan endişeler giderilmeden 5 Mayıs 1949’da kurulan Avrupa Konseyi’ne de alınmaması Türkiye’de yeni tepkilere yol açmıştır. Fakat Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin dışında kalmasından duyulan endişe uzun sürmemiş, 8 Ağustos 1949’da Avrupa Konseyi üyeliğine kabul edilmiştir. Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ne girmesi ve böylece “Avrupalı” bir ülke olarak kabul edilmesi, Türk devlet adamlarını NATO’ya girme konusunda hem cesaretlendirmiş hem de müracaatlarına haklı bir zemin hazırlamıştır.
4 Nisan 1949 tarihinde 12 devletin imzaladıkları (ABD, Kanada, Belçika, Lüksemburg, Hollanda, Fransa, İtalya, İngiltere, Danimarka, İzlanda, Norveç, Portekiz) Kuzey Atlantik Antlaşması ile kurulan NATO, 1952’de (Türkiye, Yunanistan), 1955’de (Federal Almanya), 1982’de (İspanya) ve 1999’da (Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya) olmak üzere dört kez genişlemiştir. Sovyetler Birliği’nin stratejilerine karşı bir savunma örgütü olarak kurulan NATO, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra, daha çok savunma ve güvenlik kuruluşu durumuna gelmiştir. 1967 yılında Fransa, kuruluşun askeri kanadından ayrılmış, 1974’de bu kanattan ayrılan Yunanistan ise, 1980’de eski statüsüne geri dönmüştür. NATO, Avrupa ve Kuzey Amerika’nın güvenliğini bir arada gören bir anlayışın ürünüdür.
NATO’nun kuruluşundaki en büyük etken, Birleşmiş Milletler Teşkilatında Batılı ülkeler ile Sovyetler Birliği arasında sürekli görüş ayrılığı çıkmasıdır.
Nasır’ın Mısır’da başa geçmesiyle beraber Türkiye’nin Ortadoğu’yla olan ilişkileri son derece zor ve çatışmalı bir döneme girmiştir. Aynı şekilde Türkiye’nin 1955’de o zamanki küçük sayıda bağımsız Üçüncü Dünya ülkelerinin toplandığı Bandung Konferansı’nda aldığı Batı yanlısı tutum Sovyetlerden ziyade sömürgeciliği kendilerine tehdit gören ülkelerle görüş ayrılığına düşmesine neden olmuştur. Bu durumun zamanla Türkiye’nin Soğuk Savaş süresince Dünya siyasetinde önemli bir konumu olan Bağlantısızlar Grubu ile iyi ilişkiler geliştirememesine neden olmuştur. Bu durum ise Türkiye’nin Kıbrıs konusunda Üçüncü Dünya ülkelerini ve özellikle Bağlantısızlar Hareketini yanına alamamasına neden olmuştur. Bu durumun ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Kıbrıs konusunda alınan kararları Türkiye lehinde yönlendirilmesini de engellemiş olduğu söylenebilir.
Akalın bu konuda çok çarpıcı bilgiler vermektedir:
Türkiye, hiç kuşkusuz, Soğuk Savaş düzeninin en önemli ülkelerinden biridir. Türkiye’nin stratejik öneminin artması, Soğuk Savaş’ın sonuçlarından biridir. Dünyanın neresinde kaleme alınmış olursa olsun, Soğuk Savaş hakkında yazılan her kitap, her makale, her raporda Türkiye baş köşede yer alır. İki süper güçten birinin yani Sovyetler Birliği’nin komşusu iken ABD’nin yakın müttefiki “stratejik ortağı” olmak, Türkiye’yi böyle özellikli bir konuma getirmiştir. Türkiye, Soğuk Savaş’ta geldiği, konumlandığı noktaya, bilerek, isteyerek, tasarlayarak geldi; yöneticilerin isteği ile geldi. Bunda bir kuşku yoktur. Üzerinde düşünülmesi gereken, o yöneticilerin ne kadar doğru yaptıklarıdır.
Genel olarak sorunlarını soğukkanlılıkla tartışmaktan hoşlanmayan, bunu iyi beceremeyen Türkiye aydınlar ve siyasal çevreler, ülkenin Soğuk Savaş yıllarında yaşadığı serüveni, “çok özel bir macera” gibi sunarak, ona gizlenmesi gereken bir “devlet sırrı” süsü vererek, örtbas etmeye çalıştılar. Batılıların Soğuk Savaş’ın bittiğini öne sürdükleri yıllarda bile (1975 Helsinki Konferansı sonrası, Berlin Duvarı’nın yıkılışını izleyen 1990’lı yıllar) Türkiye aydınları, siyasal-askeri seçkinler Türkiye’nin Soğuk Savaş serüvenini enine boyuna ele alarak tartışmak istemediler. Bunun bir nedeni, kirli, meşru olmayan pek çok dosyanın (antikomünizm, Amerikancılığın dinci yan ürünleri, Gladyo-Kontrgerilla örgütlenmesi, dışa bağımlı ekonomi vb.) açılmasının söz konusu olabileceği idi. Bir diğer neden, 90’lı yıllarda dünyada baskın çıkan neoliberal rüzgar olabilir. Neoliberaller bir yandan tüm suçu Sovyetlere yıkarak, bir yandan da öyle şeyler olmamış gibi davranarak, tartışmaları adeta örtbas ettiler. Tüm insanlığı ilgilendiren Soğuk Savaş sorunları, dar akademik çevrelerin tartışmalarına hapsedildi. En fazla kısmi tartışmalara konu oldu Soğuk Savaş’ın kimi yönleri... Kore Savaşı, solcuların zorlamasıyla biraz tartışma gündemine girebildi, Kıbrıs’a müdahaleden sonra “silah ambargosu” ve “ABD’ye aşırı bağımlılık” zorunlu olarak tartışıldı. Sık sık patlak veren Arap-İsrail Savaşları akıllarda kaldı; kimi zaman da “komşularla ilişkiler” çerçevesinde bloklar dışı hareket olanaklarının sınırları araştırıldı, çözümler arandı. ABD kampından hiç uzaklaşmadan, öteki tarafa göz kırparak “dış yardım” arandı, bir miktar da sağlandı. Hepsi bu kadar...
Oysa herkes biliyor ve arşivlerdeki binlerce belge ve rapor açıkça ya da gizli gizli ortaya koyuyor ki, Soğuk Savaş sıcak savaşa dönüşseydi, ülkemiz alevler içinde kalabilir, bir yangın yerine dönebilir, ağır bir bedel ödeyebilirdi.
Türkiye’nin Soğuk Savaş’la ilgili bir başka sorunu daha var. “Çarpıtılmış kimlik sorunu” da diyebiliriz buna. İkinci Dünya Savaşı sonunda çok partili demokrasiye geçme kararı alan Türkiye, yaşamsal önemdeki bu kararı, ters bir rastlantı sonucu olarak, Soğuk Savaş koşullarında hayata geçirmek zorunda kaldı. Kurtuluş Savaşı yıllarındaki en yakın müttefikimiz, Cumhuriyet rejiminin başlıca dış müttefiki, 1930’lu yıllarda sanayileşme atılımımıza ciddi katkı sağlayan kuzey komşumuz Sovyetler Birliği, bir anda düşman ilan edildi. Kuzey komşumuzun Boğazlar’da üs ve Kars, Ardahan’ı istediği dış ve iç resmi-resmi olmayan çevrelerce ilan edildi. Dahası, tarih, güncel siyasetin dayatmaları uyarınca, bu iddialara göre alelacele yazıldı. İddiaların gerçekliği ya da nedenleri üzerinde hemen hiç durulmadı. Bundan en büyük zararı yine Türkiye gördü. “Rus salatasının” adını değiştirmeye kadar uzanan bir yaklaşım, paranoyaya dönüşerek her taşın altında bir komünist aradı. 6-7 Eylül’de çapulcular kenti yağmalarken, suç evlerinden toparlanan komünistlerin üzerine yıkılmaya çalışıldı. Oysa Türkiye’nin örnek aldığı Batılı demokrasilerde komünist partiler “demokratik sistemin vazgeçilmez unsurları” olarak kabul edilmişlerdi. Soğuk Savaş döneminin en duyarlı coğrafyasında, en kritik yörelerinde yaşayan ülkelerde bile... Ama burada “Batılı müttefiklerimize” de bir dokundurma yapmak gerekiyor. Savaşın Batılı galiplerinin ilk amacı, Nazi tehlikesinin önünü tıkayacak ekonomik-toplumsal önlemler almak ve liberal demokrasiyi yerleştirmekti. Ama Türkiye Sovyetlerin komşusuydu. Sol kanadı olmayan bir demokrasi icat etmek, müttefiklerimizin büyük katkılarıyla Türk siyasetçilerine düştü. Elimizdeki “hilkat garibesi” işte o tarihsel koşulların ürünüdür.
Türkiye’nin bir başka talihsizliği, Soğuk Savaş’ın savaştan sonra ülkemizdeki ideolojik-siyasal, kültürel gelişmeleri yoğun olarak etkileme durumuna gelen ABD’nin kendisinin içine sürüklendiği politik koşullardır. Savaşın sonunda Truman, Roosevelt’in yarattığı “New Deal” (Yeni Düzen) politikalarından uzaklaştı. Bu ise sosyal politikalardan uzaklaşmak, ilkel bir “kıran kırana kapitalizm” aşamasına geri dönmek anlamına geliyordu. 40’ların sonunda anti-komünist Mc Carthycilik’le iç içe geçen, üst üste binen bu politikalar, ABD’nin de sosyokültürel ve siyasal yapısını değiştirdi. ABD dış politikasının önde gelen mimarlarından, eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, bu çarpıcı gerçeği şöyle itiraf ediyor:
“Amerikan kurucu babalarının, Amerikan ulusunun bütün insanlık için bir özgürlük feneri olduğu doktrini, Amerikan Soğuk Savaş felsefesinin içine iyice işlemiştir “
Türkiye Soğuk Savaş’ın başlangıcından beri Batının müttefiki ve 1952’den beri de NATO’nun üyesidir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan değişiklikler ve Türkiye’ye yönelik tehditler, NATO üyeliği sonucunu doğurmuş ve Türkiye o tarihten bu yana savunma ve güvenlik politikalarını NATO ekseninde oluşturmuştur. Bunda sadece NATO’nun bir güvenlik örgütü olması değil, NATO’nun Türk-ABD ilişkilerinde çok taraflı bir çerçeve sağlaması da etkili olmuştur. Türkiye’nin jeopolitik konumu, özellikle tehdit açısından ilk ve en önemli unsur olmuş; Avrupa, Ortadoğu ve Asya’nın birleştiği yerde iki dünya pazarına köprülük yapan Türkiye’ye, bazen bu köprü görevi pahalıya mal olmuştur. Türkiye, özellikle 1947 yılından beri, Sovyetlerin Akdeniz ve Ortadoğu’ya yayılmasını önlemekte büyük bir rol oynamış; ayrıca Batının bölgeye ilişkin çıkarlarını ve politikalarını güvence altına almıştır.
Türkiye Soğuk Savaş döneminde, sahip olduğu jeostratejik konumuyla, Sovyetler Birliği’nin yayılmasını önleme görevini üstlenmiştir. Bu görevi dolayısıyla da Batıyla yakın siyasi, askeri ve ekonomik ilişkiler içerisine girmiştir. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren, Batının siyasi, güvenlik ve ekonomik kurumlarına bir Batılı üye olarak katılmıştır. Batılı bir üye olarak katılmasına rağmen Türkiye, hiç bir zaman bir Avrupa ülkesinin ekonomik gücüne erişememiş, ekonomik açıdan Batılı ülke olamamıştır. Ancak Türkiye, jeostratejik konumu dolayısıyla belli başlı bütün uluslararası örgütlerde yerini almıştır. Türkiye, bu dönemde; siyasi ve askeri önemi nedeniyle içinde bulunduğu batılı örgütlerden, ABD, NATO ve Almanya’dan özellikle askeri yardım; Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve OECD’den ekonomik yardım almıştır. Türkiye, NATO’dan ayrı olarak, ABD ile bir savunma işbirliğini de ikili ilişki biçiminde yürütmüştür. ABD, Türk topraklarındaki üsleri kullanırken; karşılığında da Türkiye’nin savunma kapasitesinin gelişmesine yardımcı olmuştur. ABD dışında, Almanya’yla da yakın ikili ilişkiler içinde olan Türkiye, bu ülkeden Soğuk Savaş dönemi boyunca önemli askeri yardımlar almıştır. 1957’de Sovyetler Birliği, ABD’yi vurabilecek Kıtalararası Balistik Füzeler(ICBM)’in kapasitesini artırınca, ABD de buna karşı bir önlem olarak; Türkiye’ye Jüpiter füzelerini, Avrupa’ya da IRBM füzelerini yerleştirmiştir. Küba Krizi’nin ortaya çıkması, Türkiye’nin durumunu, Sovyet tehlikesi karşısında çok hassas bir konuma sokmuştur.
2 Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan Körfez Krizi sırasında Türkiye’de bulunan NATO savunma gücü, BM kararına dayanarak yapılan ABD operasyonları, “Doğu bloku” tarafından engellenmemiş, bir tehdit olarak da değerlendirilmemiştir. Körfez Krizi’nin hemen ardından Sovyetler Birliği’nin dağılması, öncelikle Baltık Devletleri’nin bağımsızlıklarını ilan etmeleri ve ardından Yugoslavya’da ortaya çıkan olaylar, NATO’nun değişen koşullara uyarlanmasını gündeme getirmiştir.
ABD, Türkiye’de İncirlik, Çiğli, Sinop, Karamürsel, Diyarbakır, Samsun, Trabzon ve Ankara’da askeri üsler açmıştır. Diğer taraftan Türkiye NATO’ya girdikten sonra çoğu Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma silahlarla donatılmış ve hareket kabiliyeti sınırlı olan Türk ordusunun modernizasyonu için gerekli askeri ve iktisadi yardımları da almıştır. İttifak çerçevesinde sağlanan bu ABD ve NATO yardımları Türkiye’nin askeri gücünü artırırken Türkiye’yi milli savunma konularında dışa bağımlı hale getirmiştir. Türkiye milli savunma konusunda dışa bağımlılığının sakıncalarını 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında ABD’nin silah ambargosu uygulaması üzerine görmüştür. Nitekim ittifak çerçevesinde sağlanan yardımlar Türkiye’nin askeri gücünü artırmakla beraber, bu güç ittifakın amaçlarına uygun bir şekilde geliştirilmiş, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin konuşlandırılması da Doğu bloğundan gelecek muhtemel bir saldırıya göre tasarlanmıştı.
a-Truman Doktrini
ABD Başkanı Truman daha sonra Truman Doktrini olarak tanımlanacak olan 12 Mart 1947’de kongrede yapmış olduğu konuşmasında kongrenin Yunanistan ve Türkiye için öngörülen yardım programını onaylamasını istiyordu. “Aksi takdirde bu devletler demokratik Batı için birer kayıp olacaktır.” diyordu. Özellikle Yunanistan’da iç savaş nedeniyle hükümetin durumunun çok ciddi olduğunu ve ABD yardımına ivedi olarak ihtiyacı olduğunu belirtiyordu. Amerika’nın bu yeni politikası içeriden ve dışarıdan tehdit altında bulunan bağımsız ülkelerin desteklenmesi gerektiğini belirtiyordu. Başkan Truman’ın yardım programında, Yunanistan ve Türkiye için toplam 400 milyon dolarlık ekonomik yardımın yanı sıra, askeri ve sivil danışmanların bu ülkelere gönderilmeleri ön görülüyordu. Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere Truman Doktrini’nin içerdiği endişe Amerikan Hükümeti’nin Türkiye’nin ve Yunanistan’ın güvenliğini nasıl sağlayabileceği idi. Truman Doktrini’ne göre, Türkiye’nin askeri gücünün kuvvetlendirilmesi şarttı. Böylece Türk Ordusu dış baskılara -burada Sovyet tehdidi anlatılmak isteniyor- dayanabilirdi. Ekonomik gelişmesini engellememek için bu yardımın, Türkiye’ye yapılması gerekiyordu. Truman Doktrini’nin açıklanması Türkiye’de büyük bir sevinç yarattı. Türk Devlet adamlarının Doktrin’in açıklanmasından sonra bildirdikleri görüşlerden şu ortaya çıkıyordu.
a-Truman Doktrini, Türkiye’nin güvenliği açısından Sovyet tehdidine karşı önemli bir adım teşkil etmektedir.
b-Türkiye, bundan sonra dünya barışının korunabilmesi için daha aktif bir politika takip edebilir.
c-Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan bir süper güçten askeri yardım alması gerçeği, Türkiye’nin takip ettiği siyasetin başarısı olarak değerlendirilebilir.
b-Türkiye Açısından Truman Doktrini ve Amerikan Desteğinin “Gerekliliği”
Türkiye açısından bakıldığında Truman Doktrini gerekli idi. Çünkü Türkiye bu sayede bazı askeri ve ekonomik problemlerini çözebilmeyi ümit ediyordu. Amerikan yardımı için duyulan bu ümidin ardında yatan nedenlerden birkaçı şunlardı;
a-İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’ye yönelmiş olan Sovyet tehdidinin yok edilmesi,
b-Ülkenin gelişimi için yabancı sermayenin gerekli olduğunun tespit edilmiş olması,
Yukarıda sözü edilen nedenlerin yanı sıra savaş sonrası ortaya çıkan şu ekonomik zorlamalar da göz önünde bulundurulmalıdır:
1-Savaş esnasındaki ekonomik gelişme ticaret ile uğraşan kişilere büyük kazançlar sağlamıştı. Buna karşılık, bu ekonomik gelişme satın alma gücü sürekli azalan geniş kitlelerin fakirleşmesine yol açmıştı.
2-Gerek endüstri, gerekse tarım alanında uzun süren seferberlik yılları nedeniyle kalifiye eleman sıkıntısı baş göstermişti.
3-Savunma masraflarının büyük boyutlara ulaşması sonucu, devlet bütçesindeki daralma yeni vergilerin getirilmesine ve var olanlarının da genişletilmesini gerektirmişti.
4-İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaklaşık bir milyon askerin uzun süre seferberlik halinde bulundurulmasına neden olan faktör Sovyet tehdidinin gündemde oluşuydu.
5-Savaş esnasında birçok maddenin yokluğu çekildiği için, savaş sonrasında bu maddelerin ithal edilmesi yoluna gidilmiştir, bu da dış ticaret açığını arttırıcı bir rol oynamıştır.
6-Buğday ithali, savaş sonrası, toprağın birkaç yıl kötü ürün vermesi sonucunu doğurmuştur.
7-Savaşın sona ermesi ile, savaş sırasında yükselen ihraç mallarının fiyatları normal seviyeye düşmüştür. Buna karşılık sanayileşmiş ülkelerin üretimi savaş sonrası büyük bir artış gösteriyordu. Bunun sonucu olarak da, dış dünya tarım ürünleri fiyatlarında bir düşüş gözlenirken, Türkiye çeşitli tüketim mallarını ithal etmek zorunda kalıyordu. Böylece, döviz rezervleri de kısa bir süre sonra erimeye başlıyordu.
8-Savaş sonrası, ekonomiyi düzeltebilmek için savaş yılları esnasında plan ve programlar hazırlanmış olmasına rağmen, bunlar ülkenin iç politikasındaki gelişmeleri nedeniyle tam anlamıyla gerçekleştirilememiştir.
9-İkinci Dünya Savaşı Türkiye’nin “modern” bir savaş için gerekli olan silahlara sahip olmadığı gerçeğini ortaya koyuyordu. Özellikle, 1945 sonrası kendini gösteren Sovyet tehdidi karşısında düşülen durumda bu gerçek kendini hissettirmişti.
c-Kore Savaşı
1950’lerde yaşanan bazı gelişmeler, Türkiye’nin gerek NATO’ya üyeliğini sağlamış, gerekse uluslararası ilişkilerdeki rolünü farklılaştırmıştır. Bu gelişmelerin en önemlisi, Kore Savaşı olmuştur.
Güney Kore ile Kuzey Kore arasında güven ortamının kaybolduğu, karşılıklı istek ve suçlamaların arttığı bu dönemde: Amerika Birleşik Devletleri ile Güney Kore Cumhuriyeti arasında, 31 Aralık 1948 ve 26 Ocak 1950 tarihlerinde askeri yardım ve güvenlikle ilgili iki anlaşma imzalandı. Diğer taraftan Sovyetler Birliği de, Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti ile 20 Mart 1949'da on yıllık bir yardım anlaşması, Çin Halk Cumhuriyeti ile de 14 Şubat 1950'de otuz yıllık bir dostluk ve karşılıklı savunma andlaşması yaptı. Böylece, bu anlaşmaların yapılmasıyla; Amerika Birleşik Devletleri'nin Güney Kore'yi, Sovyetler Birliği ile Komünist Çin'in Kuzey Kore'yi destekledikleri ve koruduklan açıkça ortaya konmuş oldu. Bundan biraz sonra da, iki Kore arasında savaş başladı. Savaşın başlaması üzerine Amerika Birleşik Devletleri, Güney Kore'ye hemen yardım göndermeye başlamış ve bundan Birleşmiş Milletler Orgütü'ne bilgi vermiştir. Birleşmiş Milletler Örgütü'ne üye devletler, Güvenlik Konseyi'nin çağrısına uyarak, Güney Kore'ye askeri yardım göndermeye başlamışlardır. Yardım gönderen bu devletler şunlardı: Amerika Birleşik Devletleri, Avusturalya, Belçika, Filipinler, Fransa, Güney Afrika Birliği, Habeşistan, Hollanda, İngiltere, Kanada, Kolombiya, Lüksemburg, Portoriko, Tayland, Türkiye, Yeni Zellanda, Yunanistan. Ancak bu onyedi devletten bazıları kara, deniz ve hava kuvvetleri, bazıları da üç kuvvetten ikisini veya sadece birini göndermiştir. Yani, her devlet yardımı değişik şekilde ve ölçüde, hatta bazıları sembolik sayıda, yapmıştır.
Kore Savaşı, Batılıların gözünde, Sovyetlerin ikinci kez Avrupa’ya saldırabilecekleri ihtimalini ortaya çıkarmıştır. Gerçekte, Türkiye’yi üye alarak, ittifakın güvenlik çizgisini Doğu Akdeniz’e kadar uzatmak istemeyen NATO ülkeleri; Kore Savaşı dolayısıyla ve ayrıca ABD’nin bastırmasıyla, Türkiye’yi üye olarak kabul etmiştir.
d-Kıbrıs Meselesi
Kıbrıs, 1960’lı yılların ortalarından ve özellikle de 1974’ten sonra Türk dış politikasını en çok meşgul eden konuların başında geldiği gibi, Türk-Yunan ilişkilerinde de her zaman en başta gelen sorun olmuştur. Ancak bu tarihten sonra Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar Kıbrıs’ın yanı sıra Ege ve Batı Trakya Türklerinin sorunlarının da önem kazanmasıyla yaygınlaşıp genişlemiş ve ikili ilişkileri olduğu kadar, Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerini de etkilemeye başlamıştır. Türkiye’nin, Yunanistan ile iyi ilişkiler kurarak sorunlara barışçı yollardan çözüm bulmak amacıyla sarf ettiği çabalara rağmen Yunanistan özellikle 1981 yılında AB’ye tam üye olmasından sonra elde ettiği bütün avantajları Türkiye aleyhinde kullanmaya başlamıştır.
1960’ların ortasından başlayarak, Türkiye’nin “güvenlik” kavramı anlayışı genişlemiştir. Türkiye, NATO ve ABD’yle savunma ilişkilerini sürdürürken, başka bölgelerdeki diplomatik faaliyetlerine de ağırlık vermiştir. NATO’nun güneydoğu kanadında, 1964 den itibaren Kıbrıs meselesi dolayısı ile Türkiye ile Yunanistan arasında patlak veren gerginlik bu kanadın 20 yıldır iş yapamaz halde kalmasına sebep olmuştur. Türk Yunan çatışmasının NATO üzerindeki tesirleri, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından çekilmesinden çok daha derin olmuştur. 1964’den itibaren ortaya çıkan Türk-Yunan gerginliğine ve NATO’nun güneydoğu kanadındaki çatlamaya paralel olarak Ortadoğu buhranları da artmaya başlayacak ve bu da bilhassa Türkiye’nin ehemmiyetini arttıracaktır. Lakin Batının bu ehemmiyetinden tam olarak yararlanması mümkün olamayacaktır. Çünkü bir Türk-Yunan işbirliğinin gerçekleşmemesi, NATO’nun Ortadoğu gelişmeleri üzerindeki müessiriyetine menfi istikamette tesir edecektir. Türkiye’nin 14 Ağustos’ta 2. Kıbrıs harekatını başlatması ve aynı gün Yunanistan’ın, NATO’nun askeri kanadından çekildiğini ilan etmesi, Sovyetlerin gerek Türkiye’ye karşı tutumlarında gerek Kıbrıs politikalarında mühim bir değişiklik meydana getirmiştir. Yunanistan’ın NATO’dan çıkması Sovyetleri son derece sevindirmiş, Türkiye ile münasebetleri birdenbire gelişme göstermiştir. Sovyetlerin bu şekilde tutumlarındaki rol oynayan faktör, Türkiye’nin adanın 3’de birinden fazlasını ele geçirmesi ve adanın iki ayrı milli toplumun varlığını kabul etmekle beraber, Kıbrıs’ın taksimine daima karşı gelmişlerdi. Onlara göre taksim demek, Kıbrıs adasını bir NATO üssü haline gelmesi demekti.
1964’de, Kıbrıs’ta harekat yapmaması için Türkiye’ye gönderilen ABD Başkanı Johnson’un mektubu, Türkiye’nin gerek NATO ile, gerek de ABD ile ilişkilerini etkileyen bir dönüm noktası olmuş ve Türkiye Johnson Mektubu’ndan, iki önemli ders çıkarmıştır. Bu dersler, öncelikle Amerikan yardımının, ancak Amerika’nın onayladığı amaçlar için kullanılabileceği anlaşılmış, dolayısıyla Türkiye’nin kendisine özgü çıkarları için harekete geçmesi gerekirse, o zaman kendi silahı ve malzemesinin olması gerektiği ortaya çıkmıştır. İkinci olarak; NATO’nun da, tıpkı diğer uluslararası örgütler gibi, egemen devletlerin bulunduğu ve bunların iradesi dışında harekete geçmeyen bir örgüt olduğu, yani otomatik yardım getirmediği anlaşılmıştır.
Türkiye 1970’li yıllarda, iki hedefini gerçekleştirmeye çalışmıştır:
1-Sovyetler Birliği’ne karşı kendini korumak.
2-Kıbrıs’taki Türkleri korumak.
Sovyetler Birliği’nin 27 Aralık 1979’da Afganistan’ı işgali, İran’daki İslamcı devrim, İran Irak Savaşı ve Ortadoğu’daki diğer istikrarsızlıklar; buna bağlı olarak NATO’nun sorumluluğu dışında kalan bölgelerdeki tehlikelerin büyümesi, ittifakın güney kanadının yani Türkiye’nin önemini artırmıştır. Buna bağlı olarak Türk-Amerikan ilişkilerinde de gelişmeler, özellikle de askeri işbirliği yaşanmıştır. Türkiye’de 12 Eylül 1980’de yaşanan askeri darbe de bu iyi havayı engellememiş, tersine daha iyi sürmesini sağlamıştır. Zira askeri yönetim, Türkiye’nin dış ve güvenlik politikalarında bir değişiklik olmayacağını, ayrıca demokrasiyi yeniden kurduktan sonra yönetimi sivillere devredeceklerini açıklamışlardır.
e-Özal Dönemi Üzerine
Özal’ın Körfez Savaşı’nda Türkiye’nin aktif rol almasını istemesi ve bu yöndeki söylemleri, değişen eğilimi yansıtıyordu. Körfez Savaşı sırasında Özal, Saddam Hüseyin’e karşı uluslararası koalisyonu aktif olarak destekledi. Bu dış politika sitili, geleneksel yaklaşıma yatkın olan Türk Dışişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığını dehşete düşürdü ve daha sonra Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay görevinden istifa etti. Diğer bir örnek Özal’ın Mayıs 1991’de bir Yunan gazetesine verdiği demeçte, “On iki ada asla Yunanlılara ait değildir, Osmanlı İmparatorluğu’na aittir. Eğer İsmet İnönü’nün yerinde olsaydım (1944 yılında) gidip o adaları alırdım. Türkiye bu konuda tarihi bir hata yaptı” demesidir. Özal ayrıca Karadeniz Ekonomik İşbirliği projesini ortaya atmış, Azerbaycan’a aktif desteği savunmuş ve Ermenistan’a karşı askeri müdahaleden söz etmiştir. Türk dış politikasındaki bu sitil değişikliğinde, her ne kadar aktif dış politika anlayışı ve Özal’ın karizmatik liderliğinin önemli yeri olsa da, özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Türkiye’yi aktif olmaya, muhtemel alternatif işbirliği olanaklarını araştırmaya iten diğer önemli faktörler de etkin rol oynamıştı. Körfez Savaşı’nda (1991) Saddam’a karşı oluşan koalisyona Türkiye’nin aktif desteği, diğer etkenlerin yanında, Türkiye’nin Batı’yı, Türkiye’nin halen dünya politikası için önemli olduğu hususunda ikna etme teşebbüsü olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin Saddam’a karşı Batı koalisyonunu desteklemesinin diğer sebepleri olarak Türkiye’nin Irak’ı su problemi ve aşırı silahlanmasından dolayı tehlike olarak görmesi ve Batı’yı destekleyerek Avrupa Birliği kapısını aralama isteği de hatırda tutulmalıdır.
f-Soğuk Savaşın Sonu
Silahsızlanma politikaları Perestroika ve Glasnost gibi reformların doğrudan bir sonucuydu. Gorbaçov’a göre, sadece askeri harcamalardaki indirim Sovyet ekonomisini ve siyasi sistemini kurtarabilirdi. Geleneksel propaganda dilini terkederek Batı’yla yakınlaşmanın önemini vurguluyordu. Zira bu yaklaşım Başkan Reagan’ın başlattığı ve son derece maliyetli olan Yıldız Savaşları programında ABD’yi takip etmemenin ve SSCB’nin itibarını korumanın tek yoluydu. Bunun için iki ülke arasındaki diyaloğa ve silahsızlanma görüşmelerinin başlamasına öncelikli önem veriliyordu. Çünkü silahsızlanma Soğuk Savaş mantığını yok edecekti. SSCB’nin çöküşü, eski müttefiklerinin değişimi, çift kutuplu dünyanın alışılagelmiş siyasi, iktisadi, sosyal çizgisinin kayboluşunu açıklamaya yetiyor. İşgal edilme tehlikesi, blokları kendi bölgesine hapsetme stratejileri, karşılıklı güvensizlik, ortak sınırlarda kilometreler boyunca birlik ve askeri donanımları hazır bulundurma gereksinimiyle beraber kaybolup gitti. 1991’den itibaren Varşova Paktı varoluş gayesini kaybetti. NATO kendini yeniden tanımlamak zorunda kaldı.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte birdenbire rakipsiz kalan ABD, sorumluluklarını yeniden tanımlamak zorunda kaldı. İktisadi zorluklar ABD’yi, Almanya ve Japonya gibi müttefiklerine çağrıda bulunmaya itti. Türkiye’nin Batı için jeopolitik önemi tartışılır hale gelmişti.
1990’lı yıllara kadar Türk dış politikası bazı siyasi açılımlara rağmen, genelde Soğuk Savaş’ın küresel politikaları ve NATO üyeliği çerçevesinde yürütülmüştür. Bu dönemde Türkiye dış politikada belli dönemlerin haricinde hareketsiz kalmış, Türk dış politikası pasif bir yapıya bürünmüş, dış politika coğrafyası sınırlı tutulmuş, Türk dış politikası mevcut ve tarihi potansiyelin altında seyretmiştir. Sonuçta 1990’lı yıllarda doğu bloğunun yıkılması ile dünyada meydana gelen hızlı ve köklü değişmelere hazırlıksız yakalanmıştır. Ancak NATO üyeliğinin Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini geliştirmesinde önemli katkılar sağladığını söylemek mümkündür.
g-Türk Dünyası ve Türkiye
Türk Dünyası, dünya platformundaki coğrafi konumu, batıdan doğuya Adriyatik Denizi’nden Doğu, Türkistan’da Turfan havzasına, kuzeyden güneye Kazan ve Sibirya düzlüklerinden Kıbrıs adasına kadar çok geniş bir dikdörtgeni oluşturuyor. Bu alan, Avrasya’nın tam merkezi kısmına tekabül eder. Bu geniş alan içinde, bugün için 8 bağımsız ve çok sayıda yarı bağımsız ya da bağımlı Türk ülkeleri bulunuyor. Bağımsız 8 ülkenin toplam yüzölçümleri 4.899.178 km2’yi buluyor. Bu değere Doğu Türkistan (1.646.900 Km2.) ve Rusya Federasyonu içindeki diğer özerk Türk Cumhuriyetlerinin yüzölçümleri (3,8 milyon km2.) de ilave edilirse, Türk ülkelerinin yüzölçümü 10,4 milyon km2’yi bulur. Öte yandan dünya üzerinde Türklerin yaşadığı diğer alanlar da hesaba katılırsa, Türk Dünyası’nın genel toplam yüzölçümü 12 milyon km2’yi aşar. Bu da, Avrupa kıtasının yüzölçümünden hayli fazladır. Yüzölçümü itibariyle en büyük ülke Kazakistan (2.717.300 km2.)’dır.
Türk dünyasının nüfusunun 2010 yılında 159,8 milyona, 2020 yılında ise 181,1 milyona ulaşacağı beklenmektedir. En fazla nüfuslu ülke ise Türkiye’dir. Türkiye’nin nüfusu (1995’de 63 milyon, 2010’da 81 milyon, 2020’de 93 milyon kişi), 8 Türk ülkesinin toplam nüfuslarının yarısını teşkil eder.
Ülkenin Adı
|
Yüzölçümü
|
1995
|
2010
|
2020
|
|
(Km9.)
|
(Bin kişi)
|
(Bin Kişi)
|
(Bin kişi)
|
1. Kazakistan
|
2.717.300
|
17.377
|
18.794
|
19.404
|
2. Türkiye
|
814.578
|
63.405
|
81.790
|
93.362
|
3. Türkmenistan
|
488.100
|
4.075
|
5.277
|
6.116
|
4. Özbekistan
|
447.400
|
23.089
|
30.380
|
35.422
|
5. Kırgızistan
|
198.500
|
4.770
|
5.810
|
6.490
|
6. Tacikistan
|
143.100
|
6.155
|
8.619
|
10.429
|
7. Azerbaycan
|
86.600
|
7.790
|
8.995
|
9.689
|
8. KKTC
|
3600
|
182
|
222
|
250
|
TOPLAM
|
4,899.178
|
126.843
|
159.887
|
181.162
|
Türk Dünyası, sosyo-ekonomik bakımdan Türkiye hariç diğerleri, 1990’lı yıllara kadar bağımlı bir yapıya sahipti. Bu nedenle, dünya ülkeleri bazında önemli bir güç oluşturamıyordu. Böylece 20. yüzyıl, Türk Dünyası’nın en karanlık asrı oldu. Ancak 1990’1ı yıllarda, Sovyetler Birliği’ndeki bağımsızlık rüzgarları, özellikle Orta Asya bozkırlarında da esmeye başlayınca, bozkır canlanmaya başladı. Zaten özünde saklı olan hürriyet aşkı, Orta Asya Türk’ünü kısa sürede bağımsızlığa götürüverdi. Bugün, artık dünyamızda, bağımsız 8 Türk Cumhuriyeti (Türkiye, KKTC, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan) ortaya çıktı. Öte yandan Doğu Türkistan, Dünya platformunda sesini duyurmaya başladı. Bugün Türkçe konuşan bir insan; Adriyatik denizinden Çin Seddi’ne kadar gitse, yol boyunca derdini anlatabilir ve aynı dili konuşan insanlarla kısa sürede kaynaşabilir. Bugün Çin’e bağlı özerk bölge durumunda olan Doğu Türkistan’ın merkezi olan Urumçi halkı, Türkiye’nin Avrupa topraklarında bulunan Edirne veya Kosova’daki Prizen şehri ahalisiyle, Pekinlilerle anlaşabildiğinden daha kolay anlaşabilir. Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat halkı, ikinci bir dil bilmeksizin İstanbul halkı ile rahatça konuşabilir ve gönül rahatlığı ile şehri dolaşabilir.
KAYNAKÇA
- Altındal, Aytunç, Bilinmeyen Hitler, ALFA, İstanbul 2010.
- Akalın, Cüneyt, Soğuk Savaş ABD ve Türkiye-1 Olaylar-Belgeler (1945-1952), Kaynak Yayınları, İstanbul 2003.
- Artuç, İbrahim, Hitler ve II.Dünya Savaşı’nın Kaderi, Kastaş Yayınları, İstanbul 1984.
- Bağcı, Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, Metu Press, Ankara 2001.
- Bal, İdris, Güvenlik Kıskacında Türkiye, Lalezar Kitabevi, Ankara 2009.
- Crowe, Anthony, Hitler, Tutku Yayınevi, Edit: Füsun Dikmen, Ankara 2011.
- Dedeoğlu, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınevi, İstanbul 2003.
- Erdoğdu, Hikmet, Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve NATO İttifakı, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2004.
- Kaptan, Eyüp ve diğerleri, Soğuk Savaş Dönemi ve Sonrası Savaş Tarihi Sonuçlarının Türkiye’nin Güvenliğine Stratejik Etkileri, Onuncu Askeri Tarih Sempozyumu Bildirileri, (20-22 Nisan 2005 - İstanbul), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006.
- Karadeli, Cem, Soğuk Savaş Sonrasında Avrupa ve Türkiye, Ayraç Yayınevi, Ankara 2003.
- McNeill, William, Dünya Tarihi, Çeviren: Alaeddin Şenel, 8.baskı, İmge Kitabevi, İstanbul 2008.
- Özey, Ramazan, Jeopolitik ye Jeostratejik Açıdan Türkiye, Marifet Yayınları, İstanbul 1998.
- Sertel, Sabiha, 2.Dünya Savaşı Tarihi, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 1999.
- Stone, Norman, Birinci Dünya Savaşı, Çeviren: Ahmet Fethi Yıldırım, İstanbul 2010.
- Telli, Ferhat, İdeolojilerin Dünya Savaşı Soğuk Savaş, YGS Yayınları, İstanbul 1998.
- Turan, Ömer, 20. Yüzyıl Tarihi, Nehir Medya Yayıncılık, İstanbul 2000.
- Uçarol, Rifat, Siyasi Tarih, 7.baskı, Der Yayıncılık, İstanbul 2008.