1.GİRİŞ

Mutlu aileler hep aynıdır. Mutluluğu kaybeden ailelerin de kendilerince bir mutsuz yanı vardır.
Romanın başlangıç cümlesi
Tolstoy hem Dünya hem de Rus edebiyatının en önde gelen yazarlarından biridir. Yapıtlarıyla yaşadığı çağa ve sonraki yıllara damgasını vurmuş ve içinde bulunduğu dönemi eserlerine etkileyici biçimde yansırmıştır. Bu eserlerinden biri de Anna Karenina’dır. Aldatan bir kadının Rus toplumu içerisindeki yerini, sosyal yapıdaki çarpıklıkları vurgulayarak ortaya koymuştur. Bu açıdan bakıldığında Anna Karenina sadece bir roman değil, aynı zamanda yazıldığı dönemin bir yansıması niteliğindedir.
Bu çalışma yapılırken edebiyatçıların görüşlerinden yararlanılmış, yerli ve yabancı kaynakların çevirilerinden istifade edilmiştir.
Araştırma sırasında gerekli kaynaklara ulaşılmasıyla ilgili herhangi bir sorun yaşanmamıştır. Bu çalışma esnasında İSAM Kütüphanesi, Barbaros Kütüphanesi, Yeditepe Üniversitesi Kütüphanesi, Marmara Üniversitesi Kütüphanesi ve Atatürk Kitaplığı’ndan faydalanılmıştır. ‘Anna Karenina’ romanının incelendiği bu metin, tutarlı ve bilimsel esaslar dahilinde yapılmaya çalışılmıştır. Elinizdeki bu çalışmayı diğerlerinden ayıran özellik, meseleyi ana hatlarıyla vermiş olması ve bunu tanıklara dayandırmasıdır.
2.ROMAN HAKKINDA GEREKLİ BİLGİLER
Roman 19. yy’da Rusya’da sosyetede yaşanan ilişkiler etrafında kurulmuştur. Kocasına ihanet eden bir kadının yaşadıkları ve bu yasak ilişkinin getirdikleri, aşkına karşılık bulamadığı için depresyona giren bir kız ve bu kızın depresyondan kurtulurken değiştirdiği düşünceleri ve onu seven başka birisiyle başladığı yeni bir hayat romanın temel kurgusunu oluşturuyor. Bunun yanı sıra romanda yapmacık ilişkiler irdeleniyor, köy hayatı ve şehir hayatı hem ilişkiler hem de insanlar düzeyinde anlatılıyor. Çalışma, üretme, resim, yetenek.... ve hayatın bir çok unsuru farkedilmesi hiç de kolay olmayan yönleriyle gözler önüne seriliyor.
Tolstoy, Anna Karenina’yı bitirmekte çok güçlük çekmişti. Kitap daha bitmeden önce onu sıkıyordu: “Şimdi gene can sıkıcı ve bayağı Anna Karenina’ya girişiyorum. Biricik isteğim bir an önce bitirmek.”
Anna Karenina, Savaş ve Barış’la birlikte, bu olgunluk çağının doruğunu oluşturur. Daha kusursuz bir yapıttır. Sanatından daha emin bir düşünceyle yönetilir, deneyim açısından da daha zengindir, gönül dünyasının bu yapıt için hiçbir gizi yoktur. Ama Savaş ve Barış’ın geniş kanatlarından, şu gençlik alevinden, şu coşku tazeliğinden yoksundur. Tolstoy, daha şimdiden, aynı yaratma sevincini duymaz olur. Evliliğin ilk zamanlarının geçici gönül rahatlığı silinmiştir. Kontes Tolstoy’un çevresine çizdiği, büyülü aşk ve sanat halkasının içine, ruhsal kaygılar sızmaya başlar.
Tolstoy, ‘dünya edebiyatının en güçlü toplumsal romanı’ (Thomas Mann) olan Anna Karenina (1873/77) adlı ikinci büyük romanında, roman kahramanının trajik yazgısında, burjuva dünyası içinde bir kadının kendi kişiliğini gerçekleştirme ve insana yaraşır bir kişilik kazanmaya ilişkin yaşamsal sorunsallığını verir. Bu arada, ataerkil-doğasal yaşama ilişkin kendi ütopik ideal tasarımlarını en sevdiği roman kişisi olan Konstantin Levin’de toplayarak, çürümüş burjuva ahlakı ve evliliğini çok sert bir dille eleştirir.
Romanın en önemli yanı, Anna’nın tragedyası ve 1860 yılına doğru Rus toplumunun değişik tablolarıyla birlikte -salonlar, subay kulüpleri, balolar, tiyatrolar, yarışlar- otobiyografik niteliğidir. Bu tabloların kusursuz gerçekçiliği yapıtın eşsiz güzelliğini azaltmaz. Ayrıca Tolstoy, Savaş ve Barış’ta olduğundan daha açık bir şekilde ruhsal kişiliğiyle hayat karşısındaki felsefesini yan yana getirmiştir. Roman için bir yararı bulunmayan son bölüm, o zamanlar içinde çırpındığı sıkıntıyı gösterir. Anna Karenina’nın sonucu otobiyografik bir geçiş olarak belirir: İki yıl sonra, İtiraflarım’da dile getirilecek olan ruhsal devrime geçiştir. Sonuç bölümünden önce de, sürekli olarak, alaylı ve şiddetli bir biçimde çağdaş toplumun eleştirisi çıkar karşımıza. Bütün yalanlara, hem kötü, hem de erdemli yalanlara, iktidar yanlılarının gevezeliklerine, aristokrat çevrelerin yardımseverliğine, salon dinine, insanseverliğe savaş açar. Bütün gerçek duyguları yolundan çıkaran, ruhun yüce atışlarını ister istemez dizginleyen aristokrat çevreye savaş açar.
Ahlak kurallarına karşı çıktığı için değil, yüksek sosyetenin ikiyüzlülüğünü seçmediği için yasak aşkının cezasını çeken bir ruhun bu tragedyasının çevresine, Tolstoy, içlerindeki çatışmalar genellikle çözümsüz kalan karakterlerin hikayelerini yerleştirir. Savaş ve Barış’taki tip bolluğu burada da karşımıza çıkar. Üstelik hepsi de sarsıcı bir doğrulukla canlandırılmıştır. Erkek portreleri daha üstün gibidir.
Thomas Mann’ın roman hakkındaki görüşleri ise şöyledir:
Tolstoy’un tüm romanları arasında en çok okunanı, yabancı dillere en çok çevrileni ‘Anna Karenina’dır. Sanat yapıtı olarak son kertede yetkin, usta işi bir üründür bu roman. Yapıtın kadın kahramanının sahneye daha ilk çıkışında, kişi bu kadınla bir dram arasındaki zorunlu bağlantıyı duyar; kadının trajik sonu daha ilk andan başlayarak bir Shakespeare dramında olduğu denli kaçınılmaz görünür. Bu anlamda roman, her yanıyla gerçek yaşama uygundur. Önümüzde duran gerçeklikten bir kesittir. Tolstoy kadınları anlatırken genellikle pek başarılı değildir. Yalnızca çok genç kızlar bir kuraldışı durum oluşturur burada ve kanımca Anna Karenina’nın bile aslında olabileceği denli derin, ruhbilimsel açıdan eksiksiz ve gerçek yaşama bağlı işlenebildiğini sanmıyorum. Ama sıradan kadınlar, -örneğin Dolly- gerçek yaşamdan çekip alınmış gibidirler. Romanın değişik sahneleri balo sahnesi, at yarışı, Dolly’nin aile yaşamı, Levin’in yurtluğunda geçen kırsal sahneler, Levin’in ağabeyinin ölümü vb. gibi tüm sahneler, öyle ele alınmıştır ki, “Anna Karenina” Tolstoy’un birçok güzel romanı arasında sanat düzeyi açısından önde gelir. Her şeye karşın roman Rusya’da belirgin biçimde olumsuz bir izlenim uyandırmıştır. Tolstoy’a gerici kamptan başarı ve mutluluk dilekleri gelmesine neden olmuş, toplumun ilerici kesimince ise çok soğuk karşılanmıştır. Evlilik ve olası bir boşanma konusu Rusya’da yazında olsun, günlük yaşamda olsun en düzeyli kadın ve erkeklerce, büyük bir ciddiyetle tartışılagelmişti. […] İşte bu noktada, başına İncil’den aldığı “öç almak bana özgüdür” sözünü koyduğu yapıtı Anna Karenina’yla Tolstoy çıkageldi; bu yapıtta öç, kocasından ayrı yaşamaya başladıktan sonra yaşamına kendi eliyle son veren zavallı Karenina’nın başına çöküyordu. Rus eleştirmenlerin Tolstoy’un görüşlerini paylaşmaları, olanaksızdı. Doğru olan şu ki, Karenina’nın olayında İncil’in öngördüğü öçten söz edilemezdi. Gencecik bir kızken yaşlı ve itici bir adamla evlendirilmişti Karenina; o sıralar ne yaptığının bilincinde değildi, kimse de ona yol göstermemişti. Ne olduğunu daha önce bilmediği sevgiyi ilk kez Vronski’yi gördüğünde duyumsadı. Boşanmak, sevdiği Vronski’yle yapacağı yeni bir evlilik olası tek çözüm yoluydu. Anna Karenina’nın öyküsü trajik biçimde sonlandıysa, bunun adaletin yerine gelmesiyle uzaktan yakından hiçbir ilintisi yoktur.
Bu roman üzerinde çalıştığı sıralarda hayatı yaslarla gölgelenir. 18 Kasım 1873’de bir çocuğu ölür. 20 Haziran 1874’de ise Tatyana teyzesi dünyaya veda eder. Şubat 1875’de bir diğer çocuğu ölür. 1875 Kasımının sonunda da bir diğeri hayatını kaybeder. Bu arada karısı hastalanır. “Evde mutluluk hüküm sürmüyor artık” diye yazar günlüğüne. Anna Karenina bu kederli tecrübenin, yanlış yoldan dönmüş bu tutkuların izini taşır.
Kitap, 1877 güzünde çıktığında, romancı artık ünlü biridir. Tolstoy, evlendiği tarihten, iki romanını, Savaş ve Barış ile Anna Karenina’yı bitirdiği tarihe kadar, kendisiyle ve eserleriyle barışık yaşamıştır. Vicdanının bir çeşit nöbetçisi olan günlüğü de susmuştur. Tolstoy, mutluluk içinde kendisini bütünüyle eserlerine vermiş ve artık kendini değil, yalnızca dünyayı gözlemekle yetinmiştir. Sanatıyla uğraştığı için sorunlar ortaya atmamıştır. Yedi çocuk ve en güçlü iki eserini dünyaya kazandırmıştır. Ancak o zaman Tolstoy, bütün öteki insanlar gibi kaygısız bir şekilde, ailenin burjuvalara özgü ve onurlu bencilliği içerisinde, mutlu ve tatmin edilmiş olarak yaşayabilmiştir; çünkü “olup bilenlerin nedeni ve niçiniyle ilgili korkunç sorudan” kurtulmuştur. “
3.ANNA KARENİNA ROMANININ ÖZETİ
Prens Stepan Arkadyeviç (Stiva); 6 çocuk meydana getirdiği Darya Aleksandrovna (Doli) ile evli olmasına rağmen çocuklarının İngiliz bakıcısı Matmazel Roland’la yasak bir ilişki yaşayarak karısının ona olan tüm güvenini kaybetmesinden dolayı büyük bir pişmanlık yaşayarak Doli’den af dilemiş ama başlarda katı olan tutumu değiştiren Doli, kocasını affetmişti. Bu affetmede büyük pay sahibi olan Stiva’nın kardeşi Anna Arkadyevna Karenin, onların evine misafir olarak gelmişti. Bu arada Doli’nin en büyük kızı; Tanya’ydı ve Grişa adında bir oğlu da mevcuttu. Anna’nın kocası olan Aleksey Aleksandroviç Karenin, Adalet Bakanlığı’nda önemli bir mevkideydi ve Stiva’nın çaba harcamadan göreve gelmesinde büyük pay sahibiydi.
Stiva’nın karısı olan Konstantin Dimitriç Levin, biri üvey olmak üzere 2 kardeşe sahipti. Öz ağabeyi Nikolay Levin’in sicilinin hiç de iyi olmamasını müteakip genelevden kurtardığı Mariya Nikolayevna ile yaşaması çevresi tarafından hoş karşılanmıyordu. Üvey ağabeyi Sergey İvanoviç Koznişev’di. Levin tarafından tanınırdı. Sçerbatski ailesinin 3 kızına da ayrı ayrı ilgi duymuştu. En büyük kız Doli’ye olan ilgisi onun Stiva’yla evlenmesiyle, ortanca kız Natali’ye olan ilgisi de onun Lvov’la evlenmesiyle son bulmuştu. Ailenin 18 yaşına basan en küçük kızı Kiti’ye olan aşkından ötürü ona evlenme teklifi yaptıysa da Kiti onu Vronski’ye güvenerek reddetmişti. Yakışıklı ve zengin aile çocuğu olan Vronski’nin parlak bir geleceği vardı. Ayrıca Kiti’nin bir köylüyle evlenmesine karşı çıkan annesinin de red cevabında payı vardı. Tanıştığı Anna’ya her yönüyle ilgi duyan Kiti, bir davette Vronski’nin kendine gösterdiği ilgiyi yok edip, onu Anna’ya göstermesiyle depresyona girdi (Bu sırada reddedilen Levin köyüne dönmüştü).
Anna, Vronski’yle çok samimi olmasına rağmen Moskova’dan Petersburg’a giden trenin içinde karşlaştığı ve Vronski’nin o an ona duygularını ifade etmesine kadar onu sadece bir arkadaş olarak görüyordu. O günden sonra aralarında gizli bir yasak aşk başladı. Bu arada Petersburg’a giden Vronski, evini Teğmen Petritski’ye bırakmıştı. Ayrıca Anna’nın Seroja (Sergey) adında bir oğlu vardı. Vronski’den dolayı hastalanan Kiti’de verem olma ihtimali ortaya çıkınca yaşadıklarını unutmak için Alman topraklarındaki Soden kaplıcalarına gitti. Orada Nikolay Levin ve yavukluğuyla da karşılaştı. Ayrıca orada tanıyıp hayran kaldığı yaşlı Madam Ştal’a bakan üvey kızı Varenka sayesinde mutluluğu bulup iyileşti ve Moskova’ya geri döndü. Anna Karenina’nın Petersburg sosyetesinde 3 farklı gruptan arkadaşları vardı. İlki hiçbir zaman ilgi duymadığı genelde erkeklerden oluşan bir gruptu. İkincisi Kontes Lidya İvanovna’nın başkanı olduğu gruptu. Anna’nın kocası Aleksey de bu grup sayesinde yükselmişti ve bu gruba değer vermekteydi. Anna’ysa Vronski’yle ilişkisine başladıktan sonra 2. gruptan 3. gruba geçmişti. Üçüncü grupta çeşitli organizasyonlar hazırlayan ve şen şakrak olan kendileri kabullenmesede orta sosyete sınıfına mensup insanlar vardı ve bunların başı da Betsi Tverskaya’ydı. Anna’nın bu gruba katılmasında Betsi’nin Vronski’nin kuzeni olduğu için orada Vronski’yle sık sık karşılaşması da etkiliydi. Başlarda bu durumu pek önemsemeyen kocası, sonra şüpelenip kıskanmaya başladı. Bu arada Levin’i Stiva ziyaret etti ve bir süre onunla vakit geçirerek Kiti’nin evlenmemiş olduğunu haber verdi.
Levin’in hizmetçisi olan Agafya Mihailovna yaşlanmasına rağmen hizmete devam ediyordu. Ayrıca Vronski’yle Anna arasındaki yasak aşk bir opera gösterisinde Vronski’nin kesinlikle bir dostluğu kabul etmemesi üzerine kesinleşmişti. Subaylar arasında engelli at yarışı müsabakası düzenleneceğini öğrenen Vronski, yarış için hazırlığa başladı. Kendine bir at alarak yarışa katıldı ama son engeli geçerken yaptığı hatayla birinciliği kaçırdı. O sırada yarış bitmesine rağmen Anna’yı oradan götürmeyi başaramayan Aleksey’den dolayı Anna, konuşacak hiçbir şeyinin kalmadığını düşünüyordu (Zaten görücü usulüyle kocasını tanımadan onunla evlenmişti.) Sergey İvonoviç, kardeşinin yanına gelmişti. Levin’i işçileriyle beraber ot biçip, yemek yediği için eleştirse de Levin’ibunun işçilerinin daha iyi çalışması için şart olduğunu söyledi. Stepan Arkadyeviç, bakanlığa kendini göstermek için Petersburg’a gidince Doli de çocuklarını alarak ve gelecekte Kiti’nin de yanına geleceğini hesaba katarak Yerguşova’ya taşındı.
Yerguşovo Köyü, Levin’in yaşadığı Pokrovski Köyü’ne yakındı. Bu yüzden Sttiva, Levin’den karısıyla ilgilenmesini istenişti. Karısı ise Levin’e bir sorunu olmadığını belirterek yakında Kiti’nin buraya geleceğini söyledi. Levin, kafasından Kiti’yi silmeye çalışırken büyük bir ikilemede kaldı. Bu arada artık işin çığırından çıkmasından dolayı Anna, kocasına yaşadığı aşkı itiraf etti. Kocasıysa onu boşayıp Vronski’ye kaçmasını istemediği için karısını doğru yola getirmeye çalıştı. Çünkü şerefinin lekelenmesini istemiyordu. Vronski Anna’yla ilgilenmekten dolayı kariyer yapamamış ve üstüne üstelik yasak aşkından dolayı kendisine para göndermeyi kesen annesinden dolayı borca batmıştı. Vronski, Anna’dan bir çocuğu olacağını öğrenince Anna’yla daha çok beraber olacağı hayallerine kapılıyordu. Bu arada Mariya’yı terk edip kardeşi Levin’in yanına giden Nikolay, hastaydı ve ölüme yakınlığı açıktı. Ancak kısa sürede Levin’le kavga ederek oradan ayrıldı. Artık Anna’nın düzeleceğinden umudunu kesen ve Anna’nın gebe olduğunu öğrenen Aleksey, ünlü bir avukatla görüşüp karısıyla boşanmanın sebebini aldatılmak olarak belirleyerek evine döndü.
Petersburg’da Stiva’yla karşılaşan Aleksey, onun kardeşi Anna’yla boşanacağını söyledi. Ancak Stiva’nın karısı Doli, Aleksey’le Anna hakkında konuşması o an Aleksey’i pek etkilemese de karısının doğumdan sonraki çektiği çileyi gördükten sonra boşanmaktan vazgeçti. Onu öyle görünce ikisini de affetti. Ancak onuru kırılan Vronski, intihar etmeyi düşündüyse de yanlışlıkla karnını sıyırarak tetiği çekmesine rağmen kısa sürede iyileşti. Vronski’ye Taşkent’te bir görev gelmişti ama o, bunu umursamayarak Anna’yı da boşamadan alarak Avrupa’ya kaçtı. Bu arada dayanamayarak Kiti’nin yanına giden Levin’le Kiti arasında yeniden hızlı bir yakınlaşma meydana geldi ve kısa sürede evlenmeye karar verip, evlendiler. Zaten evlenip mutlu bir yuva kurmak Levin’in hayaliydi. Anna’nın Vronski’den olan kızı; Ani, Anna sosyeteye girmek istediyse de düşmüş bir kadın olduğu için başaramadı ve vazgeçti.
Vronski, Anna’nın tablosunu Ressam Mihaylov’a yaptırdı. Nikolay Levin, öldü. Aleksey Aleksandroviç’e zor günlerinde Lidya İvanovna destek oldu. Levinin oğlunun adı Mitya konuldu. Stepan Arkedyeviç bölüşülecek arsayı bölüşmek için gitmiş olduğu Katras’da Doli için alacağı bu evde Doli’nin çok büyük hakkı vardı. Stepan’a bir dönümlük arsa düşmüştü. Stepan bu arsayı Doli’ye armağan etti. Anna ile Vronski arasındaki aşkta bir süre sonra sorunlar başlar. Anna, Vronski’nin artık kendisini sevmediğini düşünmeye başlar. Anna oğlunun da hasretine artık dayanamaz, geri döner. Dönüşünde hiç kimse onunla arkadaşlık yapmak istemez; dışlanır. Bu durum Anna’nın sinirlerini iyice bozar, bunalıma girer. Yaptıklarından büyük pişmanlık duyar ve sonunda kendini tren altına atarak intahar eder ve ölür. Anna’nın ölümünden sonra Vronski de manevi bir çöküntü içine girer. Çareyi orduya yazılmakta bulur.
4.KAHRAMANLARIN TANITIMI
Tolstoy, Anna Karenina’da, içlerindeki çatışmalar genellikle çözümsüz kalan karakterlere yer verdi. Yasak aşkı kaçınılmaz olarak trajik sona varacak olan Anna’yı ahlak kurallarına karşı çıktığı için değil, yüksek sosyetenin ikiyüzlülüğünü seçmediği için cezasını çeken bir karakter olarak çizdi. Romanda bu yasak aşk ile kendi yaşantısını anımsatan mutlu aşk ve evlilik arasında da bir karşıtlık kurdu. Mutlu evliliğine, romancı olarak kavuştuğu üne ve yüksek gelirine karşın Anna Karenina’yı bitirdiğinde Tolstoy kendinden hoşnut değildi. Gençliğinden beri yaşamın amacını kavramak için gösterdiği çaba bu yıllarda ruhsal bir bunalıma sürüklenmesine yol açtı.
Aşağıdaki bilgiler Eğilmez’den alınmış, ancak tablolaştırılarak verilmiştir.
Anna Arcadievna Karenina
|
Çok güzel, yaşından genç gösteren bir bayandır. Sadeliği tercih eder genellikle.
Çevresi tarafından hayat dolu bulunur. Sekiz yıldır Alexis Alexandrovitche ile evlidir ve bu evliliğinden Serge isminde bir oğlu vardır. Oğluna aşırı bağlı ve düşkündür.
Cesaretlidir. Yalan söylemekten ve ikiyüzlülükten hoşlanmaz.
|
Alexis Alexandrovitch Karenin
|
Bakanlıkta önemli görevdedir. Prensiplerine bağlı, soğukkanlı bir yapıya sahiptir.
Doğru bildiklerinden kesinlikle taviz vermez. Tek zayıf noktası ağlayan bir kadın veya bir çocuk gördüğünde elinde olmadan sinirlenmesidir. Kendine güvenmesine rağmen çekingen ve korkaktır; kendisiyle bile yüzleşemez, kaçar. Bencildir. Görevi gereği sosyal bir adamdır ve bu nedenle de zamanı iyi kullanır. Çevresi tarafından namuslu, zeki, dindar ve ahlaklı bulunur. Çok tutucudur.
|
Kont Alexis Kirilovitch Wronsky
|
Soylu bir ailenin çocuğudur. Babasını hiç tanımamıştır. Güzel bir bayan olan annesi birçok gönül macerası yaşamıştır. Aile yaşamının ne demek olduğunu bilmez.
Okul yılları başarılı geçer. Mesleği askerliktir. Dış görünüşü bakımından dikkat çekici bir tiptir. Akıllı, bilgili ve zengindir. Soğukkanlılığını hemen hemen hiçbir olay karşısında yitirmez. Düzensizlikten nefret eder. Hırlı ve prensipli bir adamdır. Anna ile ilişkisinden önce başına buyruk bir yaşam sürer, ama Anna’yı tanıdıktan sonra durgunlaşır. Özel zevklerinden vazgeçemez. At yarışlarına meraklıdır. Kibardır.
|
Daria Alexandrovna Oblonsky
|
Stiva’nın karısı, Anna’nın yengesidir. 25 yaşında ve beş çocuk annesidir. Dokuz yıllık evliliği ve çocukları onu yıpratmış, güzelliğini kaybetmiştir. Kocası tarafından başka kadınlarla aldatılır. İyi bir ev hanımıdır. Kocasını seven, ona bağlı olan bir kadındır. Varlıklıdır.
|
Stephane Arcadievitch Oblonsky
|
30 yaşında olan Stiva ( isminin kısaltılması ) Moskova mahkemelerinden birinin başkanıdır. Görüşleri hayata bakış açısına daha uygun düştüğü için liberalleri tutar. Bilime, sanata, politikaya ilgisi yoktur. Yakışıklı ve çapkındır. Çapkınlığının sebebi karısını artık çekici bulmamasıdır, bu nedenle de karısına acır. Çevresi tarafından sempatik bulunur ve sevilir.
|
5.KONT LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY’UN HAYATI (1828-1910)
Dünyanın en büyük romancılarından sayılan Rus yazar, Hıristiyan reformcusu ve ahlakçı düşünür. Başyapıtları olan Savaş ve Barış ve Anna Karenina’nın (1875-77) yayımlanmasından sonra yaşadığı ruhsal bunalımın etkisiyle Hz. İsa’nın öğretisine yönelmiştir.
Toprak sahibi soylu bir ailenin oğluydu. Çocuk yaşta anne babası öldüğünden akrabaları tarafından yetiştirildi. Babası Kont Nikolay İlyiç Tolstoy, 1812 yılı Napolyon savaşlarına iştirak etmiş emekli bir yarbaydı. Tolstoy, çocukluk yıllarında, ağabeyi Nikolay’ın etkisinde kalmış, gençliğe geçiş döneminde Rousseau’yu okumuş ve gençliğinde ise önce Doğu dilleriyle ilgilenmiş, sonraları hukuk tahsilini tercih etmiştir. Özel öğretmenlerden ders aldıktan sonra 16 yaşında Kazan Üniversitesi’ne girdi. Resmi eğitime duyduğu tepkiyle 1847’de Yasnaya Polyana’ya dönerek topraklarını yönetmeyi ve kendi kendini eğitmeyi denediyse de fazla başarılı olamadı. Aileden kalma, yüzlerce serfin çalıştığı bu geniş topraklarda köylülerin yaşamlarını düzenlemeye çalıştı. Moskova ve Petersburg’un hareketli ortamını kırsal yaşama yeğledi. 1851’de Kafkaslar’da asker olan kardeşi Nikolay’ın yanına gitti; ertesi yıl da orduya katıldı. Boş zamanlarını yazmakla geçirerek yayımlanmış ilk kitabı olan Detefvo’yu tamamladı. Bu otobiyografik kitabının devamı olarak yazdığı Otroçestvo, 1854’te, Yunost ise 1859’da yayımlandı. Kafkaslar’daki deneyimlerine dayanan “Nabeg” ve “Rubka lesa” (1855, Ağaç Kesmek) adlı ilk öykülerinde savaş temasını işledi. Askeri harekatı gerçekçi biçimde çözümlediği bu öykülerindeki yalancı kahramanlık eleştirisi Sevastopolskiye Rasskazi’nin (Sivastopol Hikayeleri) temel konusunu oluşturdu. 1854’te Tuna cephesine atanan Tolstoy Kırım Savaşı sırasında Sivastopol Kuşatması’na katılmıştı. Savaştan sonra ise ordudan ayrıldı.
1857’de Fransa, İsviçre ve Almanya’yı kapsayan bir yurtdışı gezisine çıkan Tolstoy yolculuklarına dayanan öykülerinin eleştirilmesi üzerine edebiyattan soğuduysa da yazmayı sürdürdü. 1855-63 arasında yazdığı “Dva gusara” (İki Husar), “Tri Smerti” (Üç Ölüm), “Semeynoye Sçastye” (Samimi Saadet), “Polikuşka” ve “Holstomer” gibi öykülerinde daha çok ahlaki sorunlara ağırlık verdi; maddeci toplumun doğal insan üzerindeki kötü etkilerinden söz etti. İnsanın doğal durumuyla toplum tarafından bozulmuşluğu arasındaki karşıtlığı Kazaki (Kazaklar) adlı yapıtında büyük bir ustalıkla işledi.
Tolstoy 1850’lerin sonlarında köylülerin eğitimsizliğini sorun olarak görmeye başladı. 1857’de Fransa, İsviçre ve Almanya’yı kapsayan bir geziye çıktı. Ülkesine dönüşünde Yasnaya Polyana’da köylü çocuklar için açtığı okulda ilerici öğretim yöntemlerini başarıyla uyguladı. 1860-61 yıllarındaki ikinci Avrupa yolculuğu sırasında çeşitli ülkelerdeki eğitim kuram ve uygulamalarını inceledi. Bir eğitim dergisinin yanı sıra basitliği ve çekici yaklaşımıyla yaygın kabul güren ders kitapları çıkardı.
Tolstoy’un (Rousseau’nun güçlü etkilerini taşıyan) serbest eğitime ilişkin eğitsel sistemi; okulu gerçek yaşama yaklaştırma gibi, ilerde kendi eğitsel reform etkinliklerinin başarısızlığa uğramasına yol açacak ütopik çizgiler taşır.
1862’de Sonya Andreyevna Bers’le evlendikten sonra ise eğitim etkinliklerini bıraktı. İzleyen 15 yılı mutlu bir aile babası olarak geçirdi; 13 çocuğu oldu; topraklarını başarıyla yönetti ve yeniden yazmaya döndü. Savaş ve Barış ile Anna Karanina’yı bu dönemde yarattı.
Dünya edebiyatının en büyük iki üç romanından biri sayılan Savaş ve Barış’ı Tolstoy yaklaşık yedi yılda tamamladı. 1805-14 arasını kapsayan romanda beş soylu ailenin öyküsünü, arka planda Rus toplumsal yaşamına ve Napoleon’un ordularıyla mücadeleye yer vererek anlattı; soylularla köylüleri, subaylarla askerleri, Rus çarıyla Fransız imparatorunu, kentsel yaşamla kırsal yaşamı ve gerçekçi savaş betimlemelerini dev bir panorama içinde sundu. İnsan yaşamındaki doğal aşamaların (doğum, çocukluk, olgunluk, aşk, evlilik, yeniden doğum ve ölüm) belirleyiciliğine duyduğu inançla savaş temasına aile yaşamına göre ikincil bir önem verdi. Romanın en çok eleştiri çeken bölümleri ise tarih felsefesini ve savaşla savaşın mimarları konusundaki görüşlerini ortaya koyduğu yerler oldu. Bu eleştirileri öngören Tolstoy 1868’de bir makale yayımlayarak görüşlerini açıkladı; tarihsel süreçte özgür seçime yer olmadığını, tarihi yarattıkları kabul edilen önderlerin eylemlerinin de başkaları tarafından önceden belirlendiğini ve tarihsel belirlemenin önüne geçilemeyeceğini savundu. Tolstoy, içinde bulunduğu zaman dilimini çok iyi izlemiş ve çok iyi tanımıştır.
Tolstoy’un yaşam felsefesi iki büyük romanı arasındaki dönemde değişmeye başladı. Savaş ve Barış gibi iyimser bir roman olmayan Anna Karenina’yı yazdı. 1878-79 yıllarında yazdığı İspoved’de (İtikatname) yaşamın anlamını ararken çektiği manevi acıları dile getiren Tolstoy 1879’da bunalımın doruğuna ulaştı. Bir ara intiharı düşündü. Filozofların, ilahiyatçıların ve bilim adamlarının yazılarını inceleyerek de çözüme varamadı. Sonunda aradığı ipucunu büyük yakınlık duyduğu köylülerde buldu; onlardan insanın kendisi için yaşaması değil, Tanrı’ya hizmet etmesi gerektiğini öğrendi.
1880’de kendi sınıfıyla zihinsel bir mücadeleye girişerek, aristokrat-kapitalist toplumun kararlı bir karşıtı haline gelmiş; ataerkil Rus köylülüğü konumundan Çarlık düzenindeki adaletsizliğe, sahteliğe, yalancılığa ve baskıya ateşli bir biçimde karşı çıkmıştır. Tolstoy’un, temelinde etkin bir toplum eleştirisinin belirlediği, dünyada kötülüğe zor kullanarak karşı çıkılmaması üstündeki dünya görüşsel konumu, Çarlık döneminde köylü hareketinin güçsüzlüğünü, sınırlılığını yansıtır.
Yeni Ahit’i özüne bağlı kalarak yeniden yorumladığına inanan Tolstoy bir tür Hıristiyan anarşizmini benimsedi ve kilisenin otoritesini reddetti. Yazıları nedeniyle 1901’de de kilise tarafından aforoz edildi. Ayrıca varlığını zor uygulamasına borçlu olduğu gerekçesiyle hükümete ve zorla ele geçirildiğine inandığı özel mülkiyete karşı çıktı. Kendi topraklarını dağıtmak istediyse de ailesinin isteğine boyun eğerek mülkünü yasal olarak aile üyelerine devretti.
Aytaç’a göre, “Tolstoy yazdığı romanlarda, insanı ve tavırlarını konu edinir. Tolstoy’un kendisini ve Allah’ı arayış macerası bütün ömrüne tekabül etmektedir. Ömrü boyunca anlaşılmadı. Etrafındakiler onu anlamadı. Karısı bile.”
1900’den sonra zamanının çoğunu din, toplum, ahlak ve sanat konularındaki görüşlerini açıkladığı çeşitli yazılara ayırdı. Dogmatik İlahiyatın İncelenmesi’nde (1891) Rus Ortodoks Kilisesi’ni şiddetle eleştirdi. 1883’te yazdığı ve ertesi yıl yasaklanan Neye İnanıyorum’la din konusundaki görüşlerini sistemleştirmeye çalıştı. 1902 Bu Durumda Ne Yapmalıyız? adlı çalışmasında yoksulluğun nedenlerini ele aldı. Hıristiyan anarşizmini ise 1894 Tanrı’nın Ülkesi Senin İçindedir eseriyle ortaya koydu. 1897’de tamamladığı 1898 Sanat Nedir? adlı kitabında toplumsal ve dinsel görüşleriyle uyumlu bir estetik kuramı geliştirmeye çalışarak bir yapıtın ancak sanatçının ruhunu okura ya da izleyiciye “buluşturabilmesi” koşuluyla sanat sayılabileceğini ileri sürdü. O zamana değin yazdığı roman ve öykülerin yanı sıra Shakespeare ve Wagner’in bazı yapıtlarını da yeni kuramının ahlaki koşulunu yerine getirmedikleri için sanat saymadı.
1905/07 Devrimi’ni olduğu kadar, işçilerin sınıfsal mücadelesini de anlayışsızlıkla karşılamış, ancak dünya çapındaki, otoritesini ortaya koyarak, devrimcilerin Çarlık yönetimince izlenmesine karşı tavrını açıkça ortaya koymuştur.
Tolstoy, yapıtlarında, köylü reformlarından (1861) ilk Rus Devrimi’ne (1905/07) kadar uzanan dönem içinde yer alan tarihsel değişimleri vermiş, Rus halkının yaşamsal sorularını ortaya koymuş, devrim öncesi ezilen ‘Rus köylü kitlelerinin düşünce ve çabalarını’ dile getirmiştir. Tolstoy’ un, Çarlık devletinde ortaya çıkan tek tek olaylara yönelttiği eleştiri, sonunda, her türlü uzlaşmaz sınıflı toplumu temelinden red biçiminde yoğunluk kazanmıştır. Bu anlamda, eserleri “Rus Devrimi’nin aynası” olmuştur. Tolstoy, dünya edebiyatı yüksek düzeyinde edebi kişiler çizmiştir; bu kişilerin ahlaki çizgileri, halkın yaşama ve düşünme tarzıyla birlikte, değişen toplumsal ve bireysel sorunlara olumlu bir çözüm bulma çabalarıyla belirlenir. Tolstoy’un, epik derinliği, psikolojik çözümlemeyi ve insanoğlunun yaşamına ilişkin dünya görüşsel sorunsallığı benzersiz bir biçimde birbirine bağlayışı, dünyada bütün bir manevi-edebi gelişim üstünde (R.Rolland, A.France, B.Shaw, Th.Dreiser, G.Hauptmann, Th.Mann, A Zweig, J.R.Becher, A.Seghers vb.) çok büyük bir rol oynamıştır.
Tolstoy ruhsal bunalımının ardından gene ahlaki amaçlı birçok masal ve öykü de yazdı. Bunlardan 1881 İnsan Ne İle Yaşar, 1885 İki Yaşlı Adam, 1886 Bir İnsana Ne Kadar Toprak Gerekir? ve Üç Soru 1903 yalın bir üslup kullandı ve eski yapıtlarındaki zengin ayrıntılara yer vermedi; köylü yaşamını temel alan bu öykülerini “iyi, evrensel sanat” saydı. Eğitimli okurlara seslendiği 1886 Han İlyiç’in Ölümü gibi öykülerinde ise eski üslubuna daha çok yaklaşır. Romanları burjuva uygarlığa sert bir eleştiri yöneltir.
Kilise tarafından afaroz edildikten sonra içine düştüğü bunalımlı dönemlerde birkaç kez uzaklaştığı çiftlik evinden son kez yeniden ayrılarak değişik bir yaşam kurmak amacıyla uzun bir tren yolculuğuna çıktı. Ancak yolda hastalandı ve çok kısa bir süre sonra da bir tren istasyonunda zatüreden öldü. Sanatçı kişiliği ve yapıtlarıyla yaşadığı döneme damgasını vuran Tolstoy, dünyanın en büyük yazarlarından sayılır.
Aytaç’a göre, “82 yaşındaki bu ihtiyar adam, yağışlı bir gecede evden kaçtı. Fakat yolda hastalandı ve yola devam edemedi. 7 Kasım 1910’da mütevazi bir tren istasyonunda hayata gözlerini yumdu...”
6.TOLSTOY’UN BAŞLICA FİKİRLERİ
- Hayat kimde filizlenmeğe başlamışsa güneş ancak ona hayat verir.
- Ne yapmalı sualine her birimiz şöyle cevap vermeliyiz:
1.Hayatın, aklın gösterdiği hakiki yoldan ne kadar uzak olursa olsun kendi kendime yalan söylememek. 2. Herkesten üstün olduğuma inanmaktan vazgeçmek. 3.İnsanlığın ezeli değişmez kanununa baş eğmek, hiçbir işi ayıp saymayarak çalışmak; kendimin ve başkalarının hayatını temin etmek için insanlarla değil tabiatla mücadele etmek.
- Umumiyetle kabul edilmiş bir fikre göre para, serveti temsil eder. Servet ise çalışma mahsulüdür. Şu halde para demek çalışma demektir. Bu fikrin kıymeti içtimai teşkilatın bir mukavele neticesinde vücuda gelmiş olduğu hakkındaki fikrin kıymetine muadildir.
- Para kendisine atfedilmek istenen manayı tamamıyla kaybetmiştir. O ancak bazı hallerde çalışmayı temsil eder. Umumiyet itibariyle para başkalarını çalıştırarak sırtlarından geçinmek hak veya imkanından başka bir şey değildir.
- Bizim farkında olmamıza rağmen cemiyetimizde esaret mevcuttur. Nasıl ki o on sekizinci asırda da mevcut idi. Fakat bu devrin insanları onu kölelik şeklinde tanımıyorlardı.
- Din tabiatın bilinmez kuvvetleri karşısında duyulan korku sebebi ile ilahlar karşısında bir itaat vaziyeti almaktan ibaret değildir. Din korku ile ve insanın hars seviyesi ile hiç alakası olmayan bir şey, hiçbir medeni inkişafın mahvedemeyeceği bir şeydir.
- Sözüm ona Hıristiyan kilisesi denen müessesede mabetler, tasvirler, sırma örtülür ve kelimelerden başka bir şey kalmamıştır.
- İman hayatın kuvvetidir. İnsan yaşıyorsa bir şeye inandığı için yaşıyor.
- Allah’ı tanımak, yaşamak ve sevmek aynı şeydir. Allah hayattır. Allah’a muhabbettir.
- Hakikaten mukaddes olan yegane mabet muhabbet içinde birleşmiş olan insanların dünyasıdır.
- Kendini çok yüksek, başkalarını çok hakir görmeden; riyakarlık, hilekarlık yapmadan; hapishanelere, kalelere, darağaçlarına müracaat etmeden hiçbir kuvvet ne iktidar mevkiine gelebilir, ne de gelse orada tutunabilir.
- İktidar mevkiinde bulunan insanlar fena telakki ettikleri şeyin hakikaten fena olduğunu ispata gayret etmezler. Onların fena telakki ettikleri şey hoşlarına gitmeyen şeydir, iktidar mevkii önünde baş eğmiş insanlarsa bu tarifi doğru buldukları için değil başka türlü harekete kadir olmadıkları için kabul ederler.
- Muzaffer olan fırka hangisi olursa olsun, yeni bir nizam kurmak ve iktidar mevkiini muhafaza etmek için yalnız malum şiddet vasıtalarına müracaatla iktifa edememek ve yenilerini icat etmek mecburiyetindedir. Ezilenler artık aynı şahıslar olmayacak; cebir ve tazyik yeni kuvvetler alacak ve zail olması şöyle dursun bilakis eskisinden daha zalimane olacak, çünkü bu neticeye varmak için yapılan mücadele insanlar arasındaki kini daha ziyade arttırmış olacak.
- Kanun yapmak, idare etmekten çok daha kolaydır.
7.SONUÇ
Rus edebiyatı ve dünya klasikleri arasında yer alan Anna Karenina, ünlü Rus yazar Tolstoy’un ilk defa 1877 yılında yayınlanan bir romanıdır. Yazar bu eserinde mutsuz bir evliliği olan genç bir kadının, aşkı bir başka kişide bulmasıyla başına gelenleri anlatır. Eşini aldatması sonucu toplumun tabuları ile kendi istekleri arasında sıkışan genç kadının intiharla sonuçlanan yaşamı konu edilir. Eserde mutsuz evlilikle beraber sosyete yaşamının yanı sıra mutlu evlilik ve taşra yaşamı da anlatılır. Yazar bu şekilde iki yaşam tarzı arasında ki farklılığı gözler önüne serer.
Tolstoy bu romanda iki önemli konuyu dönemin aristokrasisini temsil ettiği değerlerin biçimlendirdiği evlilik yaşamını ve toprak köleliğinin kaldırılmasından sonraki durumu anlatmaktadır. “Anna Karenina” adlı romanını bitirdikten sonra 1880 yılından itibaren yeniden büyük bir ruhsal bunalıma girer ve bu dönemde dini içerikte kitaplar yazmaya başlar. Aradığı mutluluğu köylülerde bularak, onların yaşamı ışığında insanın kendisi için yaşaması değil, Tanrı’ya hizmet etmesi gereğini düşünmeye başlar.
Tolstoy hayatı ve eseleriyle beraber incelenmesi gereken kişiliklerden biridir. Hem Rus Devrimi’ni hem de kapitalist sistemi anlamada önemlidir. Anna Karenina isimli eserin bu doğrultuda incelendiği çalışma, yazarın hayatında yaşanan gelişmeleri ve Rusya’nın söz konusu dönemlerdeki durumu hakkında bilgi vermektedir.
KAYNAKÇA